gökbezköyü

NAMAZ,ZEKAT,ORUC

 


KURAN’DA İNANÇ KONULARI, NAMAZ, ZEKAT, ORUÇ, HAC

Allah’ın varlığı, birliği, merhameti, sonsuz kudreti, ahireti yaratması gibi en temel konularda Kuran’ın anlattığı dinle, bilinen büyük mezhepler ters düşmemişlerdir. İslam’ın bu en temel noktalarındaki ortak inanç, tüm olumsuzlukların yanında çok güzel bir noktadır.(Bazı çok sapkın, çok az taraftar bulmuş, örneğin Hz. Ali’yi ilahlaştırmış veya şeyhine Allah’ın girdiğini iddia etmiş sapkın mezhepleri saymıyoruz.) Fakat Allah’ın tek hüküm koyucu olduğu konusunda Kuran’ın anlattığı dinle mezhepler arasında büyük bir fark vardır. Kuran’a göre tek hüküm koyucu Allah’tır. Allah’ın hükümlerinin toplandığı Kuran, Allah’ın dininin bütününü oluşturur. Mezhepler ise önce Peygamber’i Allah’ın yanında din oluşturucu gibi göstermişler, daha sonra sahabeleri, daha sonra mezheplerinin imamlarını, daha sonra ise kimi şeyhleri ve sözde din alimlerini dinin kaynağı olarak göstermişlerdir. Haramlarda, farzlarda, sevaplarda bu kaynaklara atışar yaparak Kuran dışında bir din oluşturmuşlardır. Bu tablo, uygulamalar açısından bir sorun oluşturduğu kadar inanç açısından da bir sorun oluşturmaktadır. Kimi mezhep imamının kanaati ile (içtihat) vardığı bir sonuç farz veya haram ilan edilmekte ve bu karar Allah’ın kitabından çıkan bir farza veya harama denk tutulmaktadır. Yani mezhep imamları bu noktada Allah ile aynı seviyeye konmaktadır ki, bu inanç açısından da sakıncalıdır. Örneğin Allah kan içmeyi, zinayı, adam öldürmeyi Kuran ile haram kılar, mezhep imamları ise kendi kanaatleri ve hadis yorumları sonucu midye yemeyi, heykel yapmayı, erkeklerin altın takmasını haram ilan etmişlerdir. (Bu hükümlerin bir kısmı “hadis” kaynakları kullanılarak verilmiştir, fakat bu hadisleri yorumlayan, onay veren yine mezhep imamlarıdır.) Dinimizde Allah’ın direkt tekelinde olan haram kılma yetkisi böylece başkalarıyla paylaştırılmıştır. Allah dışında herhangi bir insanın (her kim olursa olsun) kanaatinin, içtihadının, Allah ile eşitlenmesi sonucunu veren bu bakış açısı da onarılmalı, bu bakış açısının sahipleri tövbe etmelidirler.

İnanç konularındaki en büyük rezaletlerden biri de “Kuran yaratılmış mıdır, yoksa Kuran daima var mıydı?” sorusunun tartışılması sırasında görülmüştür. Bu sorunun tartışılması sırasında Kuran’ın yaratılmış (mahluk) olduğunu söyleyen bir grupla, Kuran’ın yaratılmamış olduğunu söyleyen bir grup oluşmuş ve her iki grup da birbirini kafirlikle itham etmiştir. Karşı grubun dinsiz olup öldürülmesi gerektiğine dair izahlar ve tartışmalar ile rezalet devam etmiştir. Kuran hakkındaki bu tartışma İslam tarihinin en büyük kavgalarından, çatışmalarından biridir. En büyük mezhep olan ve dört mezhebi de kaplayan Sünnilik’te (Ehli sünnet mezhebinde) Kuran’ın yaratılmamış olduğu sonucuna varılmıştır. İlginçtir ki dinin tek kaynağı olan Kuran’ı, dinin yüzlerce kaynağından birine çeviren, keçi ayetleri yedi deyip Kuran’ı nesih ettiren (hükmünü iptal ettiren) Ehli Sünnet görüşü, diğer yandan Allah’a mahsus olan ezeli olma, yaratılmamış olma gibi sıfatları Kuran’a vererek mantıksızlıklarını bu noktada da göstermişlerdir.

İnançla ilgili konularda (ilaveler yaparak) kendi eksik akıllarıyla Allah’ın tam dinini tamamlamaya kalkanlar, gereksiz konularda, gereksiz izahlar yapmışlardır. Allah’ın merhameti, bağışlayıcılığı gibi sıfatlarının Allah ile beraber her zaman mı var olduğu, yoksa bu sıfatların sonradan mı oluştuğu bu gereksiz tartışmalara örnektir.

Kuran Allah’ın bağışlayıcı olduğunu, merhamet sahibi olduğunu söyler. Aslında bu şekilde bir tartışmaya gerek yoktur. Eğer gerekse idi Allah bu konularda gerekli izahları yapardı. Zamanlı olan insanın, zamanın yaratıcısı olan Allah’ı, zamana bağımlıymış gibi düşünmesinden kaynaklanan bu tarz tartışmalar, mezhepçileri çok yormuştur. Gereksiz izahların bir örneği de “kader” konusunda görülür. İrade-i cüzi diye Kuran’da olmayan bir terim uyduranlar; işlerin %99’unu Allah yapıyor, %1’ini ise insan yapıyormuş gibilerinden garip bir izah uydurmuşlardır. Kimisi Allah’ı zalim olarak göstermiş, kimisi Allah’ın bilmediği bazı şeylerin olabileceği sonucuna varılacak izahlar yapmıştır. Tahminimiz bu izahların da temelinde; zamanı yaratan Allah’ı, adeta zamana bağımlıymış gibi düşünüp, Allah’ı zamanın başına koyup, “kader” konusunu öyle çözmeye çalışmak yatmaktadır. Kuran’ın kullanmadığı terminolojiyi kullanmanın sonucu bu konuda da hüsran olmuştur.

Hadislerde geçen, Allah’ın kudretini eksik gösterecek izahlar da mezhepler açısından sorun teşkil etmiştir. Neyse ki mezhepler bu izahları çeşitli yorumlarla, çekiştirmelerle yok etmişlerdir. Bu mezheplere uyan halkın büyük bir kesiminin ise bu hadislerden haberi bile yoktur. Buhari’de geçen “Allah’ın parmağının soğukluğunu Peygamber’in sırtında hissettiği” hadisi ile “Allah’ın baldırını açıp cenneti aydınlattığı” hadisi bunlara örnektir. En doğru hadis kitabı denen kitapta geçen bu hadisler ve diğer hadis kitaplarındaki benzerleri, Kuran’ın anlattığı din ile çelişmekte ve inanç açısından önemli sorunlara yol açmakta, Turan Dursun ve İlhan Arsel gibi din düşmanlarına malzeme oluşturmaktadırlar.

Kuran’da yer almayan “Kabir azabı”nın dine sokulması, Kuran dışındaki “Cennet ve Cehennem tasvirleri”nin dinin bir parçası kabul edilmesi de ahiret inancı açısından sapmadır. Kuran ile Ehli Sünnetin ve Şiiliğin; cennetin, cehennemin varlığı ve buradaki nimetlerin tükenmezliği konusunda bir ayrılığı yoktur, bu da sevindirici bir durumdur. Fakat Kuran dışı ahiret anlatımlarını ve kabir azabı hikayelerini de çöpe atmak ve Kuran’la yetinmek zorundayız. Çünkü gördüğümüz gibi ne zaman insanlar Kuran’da anlatılan dine, yani Allah’ın dinine, kendi akıllarının (veya akılsızlıklarının) ürünü olan mezheplerle, hadislerle ilaveler yapmaya kalkışmışlarsa sonu hep felaket olmuştur.

KURAN’DAKİ NAMAZ

Kuran’daki namazın anlaşılması Kuran’a dayalı İslamiyet açısından büyük bir öneme sahiptir. Bunun sebebi mezhepçi zihniyetin; “Sırf Kuran’dan dini anlarsak, namazı nasıl kılacağız? Namazı sırf Kuran’a bakarak kılamayız. Demek ki Kuran dışı kaynaklar lazım...” şeklindeki izahlarıdır. Mezhepçilerin bu soruyu soruş tarzı bile dini anlamadıklarının delilidir. Yapılması gereken, dini anlamadaki metodu belirlemek ve dini ona göre anlamak ve uygulamaktır. Dinin kaynağı belli olduktan sonra metot; dinin kaynağını önümüze alıp namazı, orucu, ahlakı ve din adına her şeyi bu kaynaktan anlamamızdır. Yani namaz da dinin kaynağından anlaşılacaktır. Dinin kaynağı, kafadaki namaz fikrine göre belirlenmeyecektir. Kuran ile namaz adına bilinenler arasında fark varsa, çözüm dinin kaynağını değiştirmek değil, namaz adına bildiklerimizi düzeltmektir. Dinin tek kaynağı olan Kuran’ı elimize aldığımızda, Kuran’ın namaz adına gerekli tüm bilgileri içerdiğini görürüz. Kuran’da en detaylı şekilde anlatılan ibadet namazdır. Fakat bu, günümüzde namaz adına anlatılan her detayın Kuran’da geçtiği manasına gelmez. Mezheplerin teferruatlaştırıcı zihniyeti her konuya olduğu gibi namaza da elini atmış ve Kuran’da, yani dinde, olmayan teferruatlar namaza eklenmiştir.

Kuran’da geçmeyen hususların belli bir şekilde yapılması yanlıştır, bunlar yapılırsa namaz olmaz diye anlamamalıyız. Örneğin ileride göreceğimiz gibi namazda illaki Fatiha Suresi’ni okumak farz değildir. Fakat Kuran’ın ilk suresi olan Fatiha’yı, Kuran’ın bu bölümünü, namazda okumak tabi ki güzeldir. Yani namazda şunu yapmak farz değildir diye belirtmek, o hususa karşı olmak değildir. Sadece Kuran’da geçmeyen bir mecburiyetin farzlaştırılması yanlıştır. Yukarıdaki örneğimizi düşünürsek yanlış, Fatiha Suresi’ni okumak değil, Fatiha Suresi’nin her ayağa kalkışta okunmasının farz olduğunu söylemektir. Kitabımızın bu bölümünü ve diğer bölümlerini okurken lütfen “Bu husus Kuran’ın anlattığı namazda yoktur.” diye söylediğimiz hususlarda bu inceliğe dikkat edin. Kuran’da geçen namaz, hazırlık aşaması olan abdest ve boy abdestinden (gusül) başlayarak şöyledir:

ABDEST VE BOY ABDESTİ(GUSÜL)

Kuran’da abdest, sadece ve sadece namazın bir şartı olarak anlatılır. Ayrıca camiye girerken, Kuran okurken, namaz dışındaki her hangi bir ibadet için abdestin, ve de boy abdestinin (gusül) alınmasına ihtiyaç yoktur. Kuran’da abdest ve boy abdesti birazdan vereceğimiz iki ayette geçer. Bu iki ayet dışında Kuran’da abdest ve boy abdesti ile ilgili hiçbir ayet yoktur. Yani abdest ve boy abdestinin ne yapmamız için gerektiği, ne zaman gerektiği, su olmazsa ne yapılacağı sadece bu iki ayetten anlaşılacaktır.

Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda; Yıkayınız: yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi. Sıvazlayınız: başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya biriniz ayak yolundan geldi ise, ya da kadınlara dokunduysanız, ve de su bulamamışsanız: Temiz bir toprakla yüzünüzü ve ellerinizi sıvazlayın. Allah size zorluk çıkarmak istemez. Allah sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki; şükredersiniz.

5- Maide Suresi 6

Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de -yolculuk hali müstesna- yıkanıncaya (gusül edinceye, boy abdesti alıncaya) kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculuktaysanız, biriniz ayak yolundan gelmiş, yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi sıvazlayın. Allah affedici, bağışlayıcıdır.

4- Nisa Suresi 43

Şimdi sorularımızı sorup bu iki ayete göre cevap verelim:

1) Abdest ve Boy Abdesti Niçin Lazımdır?

Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki; abdest de, boy abdesti de bir tek namaz için lazımdır. 5-Maide Suresi 6. ayetin başında abdestin namaz için alınması gerektiği söylenir. 4-Nisa Suresi 43 ayette de cünüp olanın yıkanmadan namaz kılamayacağı anlatılır.

2) Abdest Ne Zaman Alınır?

İki ayetin de son kısımlarına dikkat ederseniz, bize suyun gerekli olup da suyu bulamadığımız hallerde ne yapmamız gerektiği açıklanır. Suyun bize gerekli olduğunun açıklandığı hal ile, abdesti neyin bozduğu da açıklanmıştır. Burada “ayak yolundan geldiğinizde” diye çevirdiğimiz ifade bize abdestin ayak yolundan gelince alınması gerektiğini göstermektedir. “Ayak yolu” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça’sı “gait”tir. Arapça bu kelime “çukur yer” anlamında olup, “ayak yolu, tuvalet” kelimelerine karşılık gelmektedir.(Kelimeyi “tuvalet” diye çevirmedik çünkü; “tuvalet” günümüzde küçük ve büyük tuvalet dışında başka amaçlarla da kullanılan bir yerdir. Oysa “ayak yolu” ile kastedilen yer, sırf bu iş için kullanılır.) Yani abdestin çukur yerlere yapılanlardan sonra alınması gerekmektedir. Bunun dışında tarif edilen hiçbir şeyle, ne kanın akması, ne deve eti yenmesi abdesti bozmaz. Ayetten abdesti neyin bozduğu açıktır. Kişiler “ayak yolunda”, çukur olan yere ne yapıyorsa abdesti o bozar.

3) Boy Abdesti (Gusül) Ne Zaman Alınır?

“Abdest” ve “boy abdesti” Farsça’dan Türkçe’ye geçen kelimelerdir. Kuran’da geçmezler. “Boy abdesti” diye kastettiğimiz Kuran’da geçen cünüp olunca gerekli olan yıkanmadır. “Gusül” zaten Arapça “yıkanma” demek olduğu için “boy abdesti” yerine Türkçe “gusül” veya “gusül abdesti” diyenler olmuştur. Suyun gerekli olduğu diğer halin iki ayette de “kadınlara dokunma” olduğu söylenir.(Arapça’da da Türkçe gibi deyimler vardır. Türkçe’de de “kadınlarla beraber olma” “aynı odada yalnız kalma” anlamında değil “cinsel ilişkiye girme” anlamında kullanılır. “Kadınlara dokunma” ifadesi de Arapça’daki aynı manaya gelen bir deyimdir.) Yani boy abdesti kadınlarla cinsel beraberlikten sonra alınır. Zaten cünüp olunduğunda boy abdesti alındığını söylemiştik. Cünüplük, “cenb” kökünden türemiştir. Bu kelimenin kökünde “yakında olma, beraberlik” manaları vardır. Buna göre “cenabet” terimi beraberliğin en ileri seviyesi olan birleşmenin sonucuna ad olmuştur. Ayetin içinden boy abdestinin ne zaman alınması gerektiğine dair vardığımız sonucu “cünüp” kelimesinin manası da doğrulamaktadır. Cinsel bir birleşme dışında, şu şu hallerde boy abdesti almanın vacip (farzla sünnet arası, farza yakın uygulama) veya sünnet olması da Kuran’da yoktur. İsteyen istediği zaman, rahat ettiği zaman boy abdesti alır, fakat Kuran’dan çıkmayan bir hüküm ne farz, ne vacip, ne sünnet, ne de her hangi başka bir başlıkla kimseye yüklenemez. 5-Maide Suresi 101. ayetinde açıklanmayan her şeyin affedildiği söylenmektedir. Bu yüzden Kuran’da açıklanmayan her hususta serbest olduğumuz dışında hiç kimse bu açıklanmayanlara ilave bir cevap aramasın.

4) Abdest Nasıl Alınır?

5-Maide Suresi 6. ayetin başında abdesti nasıl almamız gerektiği anlatılır. Bu anlatımda “yıkayın” fiilinin ardından “yüz ve dirseklere kadar elleri” ifadesi geçer, “sıvazlayın” fiilinin ardından da “baş ve topuklara kadar ayakları” ifadesi geçer. Biri size “yıkayın banyoyu ve mutfağı, silin salonu ve antreyi” derse ne anlarsınız, antrenin yıkanması gerektiğini mi yoksa silinmesi gerektiğini mi? Herkes antrenin silinmesi gerektiğini anlar. Fakat Sünni mezhepten olanların hepsi ne hikmetse “sıvazlayın” fiilinden sonra geçen “ayakların” sıvanması yerine “yıkanması” gerektiğini savunmuşlardır. O zaman ayetteki bu ifade neden “yıkayın” Fiilinden sonra geçmiyor? Ayette yukarıdan aşağı yapılacağının söylendiğini, sıvazlamanın ara izah olduğunu ve bir tek başın sıvazlanması gerektiğini söylemek de mümkün değildir. Çünkü ayette önce yüz ve ellerden bahsediliyor, sonra başa çıkılıp, sonra aşağı ayaklara iniliyor. Bu yüzden ayakları topuklara kadar sıvazlamayı “yıkayın” fiiline göndermenin hiçbir mantığı yoktur. Bu düşünce uydurma Sünni hadislerinden türemiştir. Oysa Şiiler’deki bir çok hadise göre ayaklar elle sıvazlanır. Amacımız hadisleri hadislerle çürütmek değil, fakat Kuran’ı yeterli görmeyenlerin hadiste bile keyŞ davrandıklarını göstermektir. Süleyman Ateş birçok sahabenin de ayaklarını sıvazlamayla yetindiğini belirttikten sonra ayetin Arapça’sından anlaşılanı şöyle açıklar: “Yüce Allah abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki; bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da sıvazlanmasını emretmiştir ki; bunlar da baş ve ayaklardır. Yıkayınız Fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller yıkanacaktır. Sıvazlayınız Fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir, bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da sıvazlanacak uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kuran-ı Kerim’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenasiptir. Şimdi “yıkayınız” Fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl tek bir uzvu, ikincisi iki uzvu (yani iki eli) gösteriyorsa, “sıvazlayınız” Fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu, ikincisi iki uzvu (iki ayağı) göstermektedir.“ (Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, 1. cilt, Abdest bahsi).

Kısacası abdestte yüz ve dirseklere kadar eller yıkanır, baş ve topuklara kadar ayaklar sıvazlanır, ayrıca da bir şey gerekmez. İsteyen ağzını ve burnunu çalkalar, üç parmakla ensesini sıvazlar, ayaklarını topuklarıyla birlikte yıkar, her uzvunu yıkayışta Arapça dualar okur. Fakat bunları yapan bilsin ki bunların abdestle alakası yoktur. Abdesti Allah, Kuran’da açıklamıştır ve bunlar o açıklamada yoktur.

5) Boy Abdesti Nasıl Alınır?

Boy abdestinin cünüp iken alınması gerektiğini daha önce söylemiştik. Cünüpken ne yapmamız gerektiği iki kelime ile anlatılır. 5-Maide Suresi’nde “tahare” kelimesi “temizlenmek”, 4-Nisa Suresi’ndeki “gasâle” kelimesi “yıkanmak” demektir. Boy abdesti için şuradan şuraya kadar yıkanın, ağzınızı, burnunuzu üçer kez çalkalayın, toplu iğne başı kadar kuru yer bırakmayın, sağ omzunuzdan başlayarak üçer kez su dökün ifadeleri geçmez. Böyle sınırlamalar olmadığından “gasâle” kelimesinden sadece “yıkanmak” anlaşılır.

“Tahare” kelimesi ile de bu yıkanma işleminde kirlerden arınmanın önemi anlaşılır. Bunu yerine getiren boy abdesti almış olur. Bir anne beş yaşındaki çocuğuna “Yıkan” dese, o çocuk bunu anlayıp yıkanır. Oysa koskoca adamlara “Yıkan” deniyor, fakat onlar “Nasıl yıkanıcam? Toplu iğne başı kadar kuru yer kalırsa ne olur? Önce hangi omuzuma su dökücem?” diye sorup Allah’ın ayetini anlamıyorlar. Üstelik bu anlamamanın kendi anlayışsızlıklarından kaynaklandığını da anlamıyorlar. Bir de Allah’ın kitabını eksik ilan edip, bu garip soruların açıklandığı kitapları dinin tam ve eksiksiz kaynağıymış gibi rehber ediniyorlar.

6) Su Bulunamazsa Ne Yapılır?

Normalde bir insanın su bulamama ihtimali çok azdır. Kuran’ın bu durumu açıklaması Kuran’ın gereğinde nasıl tüm detayları verdiğinin bir delilidir. Tüm bu durumlarda kişi suyun eksikliğini temiz bir toprağa teyemmüm ederek giderir. Temiz toprağa eller sürülerek yıkanamayan yüz ve eller sıvazlanır. Böylece namaza hazırlık suyun olmadığı zaman da sağlanmış olur.

Her iki ayetin de sonunda geçen Allah’ın bize güçlük çıkarmak istemediğine, bağışlayıcılığına, affediciliğine dair ifadeleri abdesti ve boy abdestini bir sürü gereksiz detaylar ve zorluklara boğanlar lütfen tekrar okusunlar.

KIBLEYE DÖNMEK

2-Bakara Suresi 144,149 ve 150. ayetlerde Müslümanlar’ın nerede olursa olsunlar Mescidi Haram’a, Kabe’nin olduğu yöne dönmeleri söylenir. Bu, namaza düzen de veren bir uygulamadır. Özellikle toplu kılınan namazlar bu sayede daha düzgün ve düzenli olur. 2-Bakara Suresi 115. ayette nereye dönersek dönelim Allah’ın orada olduğu söylenerek, Kabe’ye dönmeye yanlış manalar yüklenilmesi, Mescidi Haram ve çevresinin putlaştırılması önlenir. Mevcut camiler Bakara Suresi’nin ayetlerine binaen Mescidi Haram’a doğru yapılmıştır. Müslümanlar kıldıkları namazı Mescidi Haram’a dönerek kılmaktadırlar. Müslümanlar kıbleyi biliyorlarsa (Mescidi Haram yönünü) oraya dönüp namazı kılar. Eğer yönü bulamazlarsa Allah’ın her yerde olduğunu bilip ibadetlerine devam ederler (2 Bakara Suresi 115).

NAMAZDA KIYAFET, TEMİZLİK

Kuran’da namaz için özel bir kıyafet geçmez. Tek başına namaz kılan namazını istediği gibi kılar. Namazın toplu kılındığı yerlere gidenin güzelleşmiş, düzgün kıyafetle gitmesi iyidir (Bakınız 7-Araf Suresi 31). 7-Araf Suresi 26. ayette insanların avret yerlerini örtecek giyim tarzı olduğu gibi güzellik ve süs kazandıracak giyim tarzı da olduğu söylenir. Bundan beş ayet sonra 7-Araf Suresi 31’de mescit yanında (namaz kılınan bölgede) süslenmeden bahsedilir. Baş örtüsü diye bir şeyin olmadığını kitabın 22. Bölüm’ünde, kitabın diğer kısımlarında ise erkeğin baldırını örtmesinin gerekmediğini gördük. Normalde olmayan bu zorunluluklar namaz kılarken de yoktur. Çünkü Kuran’da namaz kıyafeti diye özel bir kıyafet tarif edilmez.

2-Bakara Suresi 125 ve 22-Hac Suresi 26. ayetlerden namaz kılınacak bölgenin temizlenmesinin ve temiz tutulmasının önemi anlaşılır.

NAMAZ VAKİTLERİ

Kuran’da namazın, vakitleri belirlenmiş bir farz olduğu geçer (4-Nisa Suresi 103). Korku zamanında bile namaz kılınmasını açıklayan Kuran, hiç şüphesiz farz namazlarının vakitlerini de eksiksiz olarak açıklamıştır. Namaz vakitlerinin açıklanmasından kastımız, farz olan namazların açıklanmasıdır. Namaz övülmüş bir ibadettir. Allah’a yönelmenin, Allah’ı hatırlamanın bir şeklidir. Bu yönüyle namaz her an kılınabilen, her an yerine getirilebilen bir ibadettir. Fakat her kılınan namaz, farz namaz değildir. Örneğin gece yarısı fazladan namaz kılınabilir, fakat bu gece yarısı kılınan namazın farz olduğunu göstermez. Peygamber de, Peygamber’in yakınları da şüphesiz birçok kereler namaz kılmışlardır. Kuran’ın tek kaynak olduğunu unutan mezhepçi zihniyetliler bu namazların kimisini farz, kimisini sünnet ilan etmişler; Kuran’dan dini anlamak yerine, Peygamber yakınlarının hareketlerini kendilerince yorumlayarak din oluşturmuşlardır. Sünni mezhepler sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı diye beş namazı farz kılmışlardır. Şiiler üç vakit namazı farz kılıp bu vakitlerde beş vakit namazı birleştirdiklerini söylerler. Daha eski zamanlardaki Hariciler’in iki veya üç vakit kıldıklarına dair hadisler de vardır. Bu farz namazların dışında Kuşluk, Duha, Güneş, Ay tutulması, İstihare, Kadir, Regaip, Beraat gecesi namazları gibi birçok namaz da vardır. Vitir namazı ise kimilerine göre vacip olup farza yakındır, kimilerine göre ise sünnettir.

Savaş zamanı namazın kılınmasıyla ilgili bilgileri veren Kuran, hiç şüphesiz farz namazlarının vakitlerini de açıklamıştır. Kuran’dan delillendirilmeyen namazların belirli dönemlerde belirli kişilerce, halifelerce, hatta Peygamber tarafından kılınmış olması mümkündür. Çünkü Kuran namazı över ve farz namazların haricinde de namaz kılınması elbette ki iyidir. Bu açıdan bakıldığında yukarıda adı geçen ve yukarıda adını geçirmediğimiz, fakat namaz kitaplarında adı geçen namazların kılınmış olması mümkündür. Fakat Kuran’da adı geçmeyen namazların, farz namaz olarak algılanması çok büyük hatadır. Bu noktadan olaya baktığımızda sorun, hadislerin yorumlanış şeklindeki hatalardan kaynaklanmıştır. Şimdi dinin tek kaynağı olan Kuran’dan farz olan namazları isim ve vakitleriyle birlikte öğrenelim.

SABAH (FECR) NAMAZI

Kuran’da namaz kelimesi “salat” kelimesi ile ifade edilir. “Bağlantı kurmak” tipinde manalara sahip olan “salat” kulun yaratıcısıyla kurduğu bağlantı, yani namaz için de kullanılır. “Salat” kelimesi “ikame” Şiliyle beraber “namaz kılmak“ manasında kullanılmıştır. “Salat-ı Fecir” yani “Sabah namazı” ismi 24-Nur Suresi 58. ayette geçmektedir. “Fecir” gecenin karanlığında güneşin ilk ışıklarının çıkışını ifade eder. Bu bir süreçtir ki güneşin doğuşuna kadar devam eder. Nitekim varlığı adından belli olan bu namazın, 11-Hud Suresi 114. ayette vakti de tam belli olmaktadır.

Gündüzün iki tarafında, gecenin yakınlarında namaz kıl. Güzellikler çirkinlikleri giderir.

11- Hud Suresi 114

Arapça’daki “nehar” “gündüz”, “leyl” “gece” demektir. “Tarafeyin-nehari” ifadesi gündüzün iki tarafını ifade eder. “Taraf” ise; “uç, dıştan bitişik bölüm” manalarına gelmektedir. Kuran’da geçtiği diğer ayetlerde de aynı anlamda kullanılır. Gündüzün başlangıcını güneşin doğuşu, günün bitişini güneşin batışı olarak alırsak günün iki tarafında sabah ve akşam namazları vardır. Bu zamanların tam anlaşılması için “zülefen minel-leyl” ifadesi ile bu vakitlerin, aynı zamanda gecenin gündüze yakın zamanları olduğu vurgulanır.

Yani sabah namazı, ismi ile 24-Nur Suresi 58. ayette geçer. Bu isim aynı zamanda sabah namazının vaktini de tarif eder. Ayrıca 11Hud Suresi 114. ayette sabah namazının vakti belirlenmiştir. Sabah namazı Kuran’daki ismiyle “Salat-ul Fecir” adından da belli olduğu gibi günün ilk ışıklarıyla başlar ve günün başlangıcı olan güneşin doğuşuyla biter.

AKŞAM (İŞA) NAMAZI

İşa namazının ismi de 24-Nur Suresi 58. ayette geçmektedir. Sözlükten “işa” kelimesinin anlamına bakanlar, güneşin batışından havanın kararmasına kadar olan vakte, yani bizim Türkçe’de “akşam” dediğimiz vakte “işa” denildiğini görürler. 12- Yusuf Suresi 16 ve 79Naziat Suresi 46. ayette de aynı kelime geçmektedir. Diğer iki ayetteki aynı kelimeyi “akşam” diye çeviren bazı çevirmenlerin, bu kelimeyi Türkçe bir kelime olan “yatsı namazı” diye çevirmeleri, mezhep izahlarının etkisinde kalmalarındandır. Bu çeviri “yatsı namazı” diye mezheplerin tarif ettiği namazı Kuran’ın da farz kıldığı izlenimini vermektedir ki bu yanlıştır. Fakat “yatmak” kökeninden gelen “yatsı” kelimesinden kasıt “işa namazının” yatmadan önce kılınan son farz namaz olması ise bu doğrudur. Ayette buna işaret de vardır:

Ey iman edenler! Yönetiminiz altındakilerle, ergenlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç vakitte izin istesinler. Fecir(Sabah) namazından önce, öğle vakti elbisenizi çıkardığınızda, işa(akşam) namazından sonra. Çıplak olabileceğiniz üç vakittir bunlar.

24- Nur Suresi 58

Son namazı kılmak için mescide giden, topluca namazı kılan kişi bu namazdan sonra mescide gitmeyeceği için muhtemelen üzerini değiştirecektir. Ev kıyafetine bürünecektir. Bu yüzden yatmadan önceki son namaz işa namazı olarak düşünülüyorsa bu doğrudur. Yoksa vakit olarak akşamı ifade eden bir kelime, namaz kelimesiyle birleşirse bambaşka bir vakit olan yatsıyı ifade eder deniliyorsa, bunun yanlışlığı ortadadır. Bu ayette son farz namazın akşam namazı olduğunu destekleyici bir ifade tarzı vardır. Arapça sözlüklerden “işa” kelimesinin manasını araştıran herkes, “işa” kelimesinin “güneşin batışından gecenin karanlığına kadar olan zaman dilimi”ni ifade ettiğini görecektir.(Evdeki çocukların çıplaklığın mümkün olduğu vakitlerde izinsiz odalara dalmamalarını öğütleyen bu ayetten bir sonraki ayette, bu çocukların ergenlik yaşına gelince, her zaman özele saygı gösterip, izin alarak ebeveynlerinin odalarına girmeleri öğütlenir.)

Akşam namazının vaktinin anlaşıldığı ayet (11-Hud Suresi 114) sabah namazında belirttiğimiz ayettir. Gündüzün iki tarafında kılınan namazlardan biri sabah namazı olunca, diğeri de bu namazın simetriği olan akşam namazıdır. Bu namazın vakti de aynı şekilde gecenin gündüze yakın olan zamanıdır. Bu ayet dışında akşam namazının vaktini belirleyen bir ayet daha vardır:

Güneşin sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Fecir(sabah) vakti Kuran’ı, fecir(sabah) vakti Kuran’ına tanık olunur.

17- İsra Suresi 78


Gecenin kararması, akşamın bitiş vaktini vermektedir. Işığın alametlerinin tamamen yok olmasıyla akşam namazının vakti biter. Bu durumda da “güneşin sarkması” ifadesi güneşin ufukta batışını belirler. Böylece güneşin batımı ve gecenin kararmasının arasındaki vakit, namaz vakti olarak belirtilir. Bu ayetin devamında sürekli akşam namazıyla beraber geçen sabah namazının vaktinin vurgulanması da ilginçtir. Fakat bu ayette sabah namazı değil, sabah Kuran okumak vurgulanır. Demek ki sabah namazının vaktinin içinde veya namazın dışında Kuran okumaya özel bir önem vermek gerekir. Görüldüğü gibi akşam ve sabah namazları isimleriyle beraber Kuran’da geçerler. Üstelik bu isimler namazın kılınacağı vakti de ifade ederler. İlaveten sabah ve akşam namazının zamanı da açıklanmıştır. Üstelik 24- Nur Suresi 58. ayette sabahın günün ilk, akşamın günün son namazı olduğuna işaret vardır.

VUSTA (ORTA, EN İYİ) NAMAZI

Vusta namazına delil olarak 2-Bakara Suresi 238. ayet gösterilir.

Namazları koruyun. Ve vusta (orta, en iyi) namazı da.

2- Bakara Suresi 238

Sabah ve akşam namazının vakitlerini çıkardığımız ayetler ve bu ayet dışında namaz vakitlerinin çıkartılabileceği hiçbir ayet yoktur. Demek ki namaz vakitleri bu ayetlerden anlaşılacaktır. Günün bir ucundaki namaz sabah namazı, günün diğer ucundaki namaz da akşam namazı olunca orta namazını bu iki namazın ortasında aramak lazımdır. Tüm kültürlerde günün uyanmayla başladığını, gecenin dinlenmemiz için yaratıldığını, geceleyin kalkıp ibadetin bir tek Peygamberimiz’e has kılındığını (17-İsra Suresi 79) düşünürsek orta namazı, sabah ile akşam namazının arasında gündüz kalan vakit olur. “Vusta” kelimesine “orta” manasının verilmesinden günün ortalarında kılınan bir namaz olduğunu düşünenler olabilse de bu kelimeyi sınırlayan hiçbir ifade olmadığı için sabah ile akşamın arasında kalan tüm zaman dilimini, bu namazın vakti olarak kabul etmek gerekir. Vusta namazı ifadesinden, orta namazı sonucuna varıldığında “vusta” kelimesi hem namazın ismini, hem zaman dilimini belirleyen kelime olur.

Diğer bir görüşe göre “vusta” kelimesinin “en iyi” manasına sahip olduğu, bu kelimenin bir namazı belirtmediği, ayetten namazların korunması ve en iyi şekilde kılınmasının anlaşıldığı söylenir. “Vusta” kelimesi üzerinde bir inceleme bu konuya açıklık getirecektir. 2-Bakara Suresi 143, 5-Maide Suresi 89, 68-Kalem Suresi 28, 100-Adiyat Suresi 5 ayetlerinde de bu kelime geçer. Bu ayetleri inceleyerek “vusta” kelimesini anlamaya çalışabilirsiniz.

Görüldüğü gibi Kuran’da namazın beş vakit olduğuna dair bir ifade yoktur. Namazın uzunluğu, rükuda, secdede ne söyleneceği de Kuran’da geçmez. Aslında hadislerde de namazın uzun mu, kısa mı olduğu, rükuda, secdede ne söylenmesi gerektiği bulunmaz. Bugünkü anlatılan namazın uydurma dolu hadislerle bile açıklanması mümkün değildir. Namazdaki birçok husus tamamen mezhep kurucularının şahsi görüşleriyle oluşmuştur. Peygamber’in hem çok uzun hem de çok kısa namaz kıldığına; uzun rüku, uzun secde ettiğine dair de birçok hadis vardır. Ama mezhepçiler, rükuları üç “Subhane rabbiyel azim”, secdeleri üç “Subhane rabbiyel ala” ifadeleriyle belirlemiş, taklitçilerini sadece bu ifadelere mahkum edip, Allah’ın serbest bıraktığını gereksiz yere sınırlamışlardır. Normalde rükuda ve secdede belirli ifadeleri söylememizin gerekip gerekmediği, namazın süresinin kişinin şahsi görüşüne bırakıldığı, Kuran’dan anlaşılacağı gibi hadisler doğru yorumlansaydı da anlaşılabilirdi. Mezhepler serbest bir alanı kendi belirlemeleriyle dondurmuşlardır.

Hadislerin hepsinden namazın beş vakit olduğu da çıkmaz. Birçok hadisten Peygamberimiz’in üç vakit namaz kıldığı çıkar. Özellikle Şiiler üç vakit namaz kılarken bunu kendi hadislerine dayandırırlar. Şiiler’in üç vakit kılıp, bu üç vakitte beş vakit namazı birleştirmelerinin, iki ekol arasında orta yol bulma gibi bir çabadan kaynaklandığını sanıyoruz. Kuran’ın hiçbir yerinde birleştirme(cem) diye bir konudan bahsedilmez. Kuran’a göre namaz belirttiğimiz vakitlerde farzdır. Eğer üç vakit namaz kılıp, bu üç vakitte beş veya yirmi vakit namaz kılıyorsanız yine de üç vakit kılmış olursunuz.

Yatsı namazını kılacak kişi ben beş vakit namazı yatsı namazında birleştirdim dese de bir tek yatsı namazını kılmış olur. Çünkü namazı, farz olan vakit namazı yapan, kılınan rekat sayısı değil, belli bir vakitte kılınır oluşudur. Şiiler gibi Ehli Sünnet’in Şafi , Maliki, Hanbeli mezhepleri de namazları birleştirme konusunda çok toleranslı olmuşlardır. Bir kısmı hiç sebepsiz, bir kısmı şiddetli yağmurda bile namazların birleştirilebileceğini düşünmüştür. Yani mezheplere göre; Peygamber beş vakit namazı üç vakitte cem etti (birleştirdi) diyenler, aslında namazın üç vakitten çok olamayacağını kabul etmiş olurlar. Namazın minimumu farz namazlar kadardır. Namazın fazladan kılınması gayet doğaldır. Farz namazların beş ilan edilmesi Sünni mezheplerin bir yorumudur. Eğer namaz beş vakit olsaydı, Kuran’dan bunların ismi, vakti belli olurdu. Kuran’da Peygamber’e özel, fazladan ibadet vakti bile belirtilmişken (17-İsra Suresi 79), tüm Müslümanlara farz olan bir namazın vaktinin belirtilmemesi hiç mümkün müdür? Evvelki ayetlerden görüldüğü gibi, Kuran’da belli olan namazlar vardır. Neden vakti belli olmayan ikindi gibi, yatsı gibi namazların farz olduğunu düşünelim? Tahminimiz bazı kişiler Allah’ı zikretme (hatırlama), Allah’ı tespih etme (yüceltme, yönelme) ile ilgili ayetlerdeki tespih, zikretme faaliyetlerini düzene koymak için fazladan namazlar farzlaştırmışlardır. Zikretme ve tespih faaliyetlerini namaz kılarak yapmak güzel bir yöntem olabilir ama Allah’ın farzlaştırmadığı şekilde bu vakitleri namaz vakti olarak farzlaştırma kabul edilemez.

17-Öyleyse akşama erdiğinizde de, sabaha erdiğinizde de tespih (yüceltme, yönelme) Allah’adır.

18-Övgü O’nundur. Göklerde ve yerde, günün sonunda, öğleye erdiğinizde.

30- Rum Suresi 17,18

KAZA NAMAZI VAR MI?

Bir kez daha belirtmek istiyoruz ki hangi namazların farz olduğu Kuran’dan çıkar. Farz namazlar Allah’ın bizi belli vakit dilimi içinde her gün kılmaya mecbur ettiği namazlardır. Kuran, Nisa Suresi 103. ayette bize namazın vakitli farz olduğunu, Mearic Suresi 23. ayette bu farzın hayat boyu sürekli gözetilmesi gerektiğini söylemektedir. Kuran’da kaza namazı diye bir kavram yoktur. Namazı kılmayan, kaçıran Allah’a bunun için tövbe eder, daha sonra titiz bir şekilde namazlarını kılmaya devam eder. Allah oruçta tutmadığımız günler sayısınca başka günlerde oruç tutmamızı söylemiş, bunun kapısını açmıştır. Allah istese namaz için de aynısını yapardı. Bu yüzden kimse namaza başlayacak kişileri geçmişteki şu kadar... namazı kaza etmen gerek diye yanlış yönlendirmesin. Bizim bu yazıdaki amacımız namazın farzını, farz olmayandan ayırmaktır. Allah’ı anmak, hatırlamak için kılınan her namaz makbuldür. Namaz günde beş vakit de kılınır, on vakit de kılınır, kırk vakit de kılınır. Namazın farz olan vakitleri bize mecbur olduğumuz alt sınırı belirtir, üst sınır ise serbesttir. Tahminimizce mezhepler bu üst sınırın serbestiyetinden dolayı fazladan namaz kılan sahabeleri görüp; ikindi namazını, yatsı namazını, vitir namazını farzlaştırmışlardır, vacipleştirmişlerdir. Eğer Kuran’dan namazın farzlarını anlama yerine, şahısların hareketlerinden farzları anlamaya kalksaydık, o zaman karşımıza evvabin namazı, kuşluk namazı, küsuf namazı gibi bir sürü ilave namazlar daha çıkardı. Sonuçta her konuda olduğu gibi namazda da Kuran’da ne yazıyorsa din yalnızca odur. Allah kitabında hiçbir eksiklik bırakmamıştır.

Nitekim Hac ibadetinde hacılara üç vakit namaz kıldırılmaktadır. Hac için Kuran’da bir sürü detay verilirken (saçını hastalıktan dolayı kısaltanın ne yapması gerektiği bile) niye Kuran’da Hacda namaz vakitlerinin azaltılması geçmiyor? Namaz eğer ki beş vakit farz ise hacılara neye dayandırılarak daha az namaz kıldırılıyor?

BEŞ VAKİT NAMAZ NEYE DAYANDIRILIYOR

Namazın beş vakit olmadığı ikindi, yatsı namazlarının farz olmadığı, daha İslamiyetin ilk yıllarında Hariciler ve Mutezile tarafından da savunulmuştur. Namazın illaki beş vakit olduğunu ispata çalışanların bunu gerçekleştirmek için uydurduğu hadis ise korkunçtur. Daha evvel de belirttiğimiz bu hadise göre Peygamberimiz miraçta Allah’ın huzuruna çıkar ve Allah namazı elli vakit farz kılar, daha sonra Hz. Musa’ya rastlayan Peygamberimiz’i Hz. Musa, bu kadar namazın çok olduğu, ümmetin buna güç yetiremeyeceği şeklinde uyarır, sonra Peygamberimiz Allah’tan indirim ister, Allah da namazın sayısını indirir. Yolda Hz. Musa yine bu kadar namaz vaktinin de çok olduğunu söyler. Bu git gel böylece namaz beş vakte inene kadar dokuz kez gerçekleşir. Nitekim namazın sayısı beşe gelince Hz. Musa yine indirimi tavsiye etse de Peygamberimiz artık utandığı (!) için namaz indirimi durur. Bu hadise göre Allah insanların kaç vakit namaza güç yetireceğini bilmez, Peygamberimiz ise hiçbir şeyden haberi olmayan bir garibandır. Hz. Musa ise hem Peygamberimiz’in akıl hocası, hem Allah’ın hükmünün düzelticisi, hem de bizim kurtarıcımızdır. Namazın beş vakit farz kılınmasının hikayesi işte böyle kabul edilemez bir hadise dayanır. Namazın beş vakit olduğu Kuran’a değil işte böyle izahlara özellikle de bu hadise dayandırılmaktadır. Miraçtan önce namazların sabah ve akşam olmak üzere yalnızca iki vakit kılındığını söyleyen hadislerin olması da (Bakınız Buhari 1/93 Tecrid Tercemesi 2/233, Hadis no 228) namazın vakitlerinin bu “miraç hadisiyle” arttırıldığının delilidir. Namazlar daha evvel iki vakit olarak kılınıyorsa, sonradan ilave edilen üç namaz niye Kuran’da geçmemektedir? Kuran’da sadece Bakara Suresi 238. ayetteki ifadeyle “orta namazı”nın sonradan ilave edildiği iddia edilebilir. Peki 4.,5. namaz olan ikindi ve yatsı namazları hangi Kuran ayetinden çıkarılacaktır, bunların ismi niye Kuran’da yoktur? (Orta namazı veya en hayırlı namaz manasına gelen ifadeyi Salatı Vusta maddesinde açıkladık) Allah ve Peygamberimiz’e iftira olan böyle hadisler yerine Kuran’da doğruyu arayanlar, namaz hakkında gerekli bilgiye kavuşacaklardır. Kuran’la yetinmeyip dini pratiklerini uydurma hadislere dayandırmaya çalışanlar ise örneğini gördüğümüz gibi mantıksızlıklar, iftiralar, çelişkiler içinde kalacaklardır.

NAMAZIN KAPSADIKLARI

Namaz Allah’ı zikretmek (hatırlamak) için yapılan bir ibadettir (20-Taha Suresi 14). Fakat Allah’ı zikretmekten farklı olarak namaz belli vakitlerde farz kılınmıştır, abdestli olarak yerine getirilmelidir ve belli hareketleri de kapsar. Namaz öyle bir ibadettir ki savaş sırasında bile yerine getirilir. 4-Nisa Suresi 102. ayette savaş durumunda bir grubun namaz kıldığını, diğer grubun ise nöbet tuttuğunu görüyoruz. Secde edildikten sonra diğer grup ilk grubun yerini alıp namazını kılmaktadır. Burada savaş tehlikesinin olduğu bir durumda bile namazın secde de dahil olmak üzere (secde kişinin en savunmasız halidir) yerine getirildiğini, fakat nöbetleşe, silahları bırakmadan, düşmana fırsat verilmeden bunun yapıldığını görüyoruz. Eğer savaşta dahi vakitli farz olunan namaz böyle yerine getiriliyorsa, normal zamanında namazın kıyamı, rükusu ve secdesi ile yerine getirilmesinin önemi daha iyi anlaşılır.

Kuran’dan (14-İbrahim Suresi 40) namazın Hz. İbrahim’den beri varolan bir ibadet olduğunu anlıyoruz. Hz. İbrahim’in ibadet evi Kabe’yi ele geçiren, Allah’a ortak koşucu putperestler bile namazı sapkın bir şekilde olsa da uygularlardı (8-Enfal Suresi 35). Kuran evvelki nesillerin de uyguladıkları namaz alışkanlıklarını şehvetlerine uyma sonucu bıraktıklarını söyler (19-Meryem Suresi 59).Yani Peygamberimiz zamanında, namaz “salat” denildiğinde namazın ne olduğu ve hareketleri kişiler tarafından anlaşılırdı. Aynen günümüzde de namaz denilince, namaz kılmayan kişilerin bile namazın hareketlerini, Allah’a yönelmeyi ve ibadet etmeyi anladıkları gibi. Kuran’da hareketli ibadet manasında üç kelime geçer. Bunlar “kıyam(ayakta durma)”, “rüku(eğilme)”, “secde(yüz üstü yere kapanma)”dir. Kuran’da İbrahim Peygamber’in makamının namaz yeri edinilmesi, evin temiz tutulması geçer (2-Bakara Suresi 125). 22-Hac Suresi 26. ayette ise evin kıyam, rüku ve secde edenler için temiz tutulması emredilerek namazın üç hareketinin ne olduğu bir arada gösterilmiş olur.

Namazın en önemli bölümü ve özelliği ise namazda Allah’ın hatırlanmasıdır(zikredilmesidir). Nitekim 20-Taha Suresi 14. ayetten namazın kılınmasındaki gayenin, Allah’ın hatırlanması olduğunu anlarız. Kuran’da, namazda Kuran okunmasına dair bir ifade geçmez. Fakat Kuran bize tanıtılırken, Kuran’ın “zikir” yani hatırlatma olduğu söylenir. Böylece biz namaz kılarken, edeceğimiz duada, Allah’a yakarışta, rehberimizin Kuran olduğunu anlarız. Örneğin Allah’ın bağışlayıcılığı, merhameti, her şeyi yaratması, cenneti, cehennemi, bilgisinin sonsuzluğu hep Kuran’dan öğrenilir. Namazda da merhametli, bağışlayıcı... bir Allah’ın karşısında olduğumuzu bilir, ona göre Allah’ı zikreder(hatırlar), ona göre Allah’a yöneliriz. Yani namazda illa ki Arapça Kuran okumak zorunda değiliz. Çünkü namazda Kuran okuyun diye bir emir bile yokken, Arapça Kuran okumak gerektiği nereden anlaşılacaktır? Fakat namazda Allah’ı zikrederken Kuran’daki bilgileri kullanırız. Örneğin Arapça ”Kul huvallahu ahad” dememize illa ki gerek yoktur. Bunun yerine “De ki Allah birdir” şeklinde tercümesini okuyabiliriz. Veya “De ki” diye seslenişe gerek yoktur diye düşünüp “Allah birdir” diyebiliriz. Veya edeceğimiz duanın akışına göre “Allah’ım sen birsin...” şeklinde dua edersek, zikir olan Kuran’ın rehberliğinde zikir yapmış, yani Allah’ı hatırlamış oluruz. Kuran’ın bize verdiği mesaja, öğrettiği hatırlama şekline göre Allah’a yönelirsek, böylece Kuran’a göre namaz kılmış oluruz. Bu şekilde namaz kılmanın, Arapça bilmeden, Arapça ayetleri ezberden tekrarlayarak kılmaktan daha iyi olduğu kanaatindeyiz. Çünkü kişi ezberlediklerini tekrarladığında çoğunlukla söylediği kelimelerin farkına varmaz. Beyinde kodlu olan sözler otomatik olarak ağızdan çıkar ve çoğu zaman kişi ne söylediğinin farkında değildir. Hele kişi bilmediği bir dildeki metinleri ezberleyip tekrarlıyorsa durum tam bir felaket olur. Arapça bilmeyip, her harekette aynı sözleri tekrarlayarak namaz kılanlara, kıldıkları namazların kaçında, söylediklerinin ne kadarının farkında olduklarını bir sorun, bir araştırın, bu şekilde kılınan namazın sakıncalarını anlayacaksınız. İnsan, yaratılışı gereği ezberden okuduğu sözleri düşünmeden tekrarlayabilir. Her gün, hep aynı ayetler bilinmeyen bir dilde tekrarlanınca, Allah’ı zikretme(hatırlama) yerine bilinçsizce tekrarlar yapılmış olur. Birçok kişinin namaz kılarken akıllarına başka şeyler geldiğini söylediklerine tanık olursunuz. Tabi ki ezber bir namazda akla namazla alakası olmayan çok şey gelebilir. Çünkü beyin ezberde olan bir şeyi söylerken düşünmek zorunda olmadığı için başka şeyler düşünebilir. Allah içkili kişilerin bile namaz kılmalarını istemiş fakat onlara bir şart koşmuştur: “Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (4-Nisa Suresi 43). Böylece Allah sarhoşların ne söylediklerinden habersiz oldukları için namaz kılmalarını istemediğini bildirmiştir. Peki ayık kafalıyken hem bilmediği bir dilde, hem de ezbere Arapça Kuran okuyup ne dediğini bilmeyenlerin durumunun bu sarhoşlardan farkı nedir? Bunların namazlarında yerine getirmedikleri unsur olan “Ne söylediklerini bilmek”, sarhoşların yerine getirmediği unsurla aynı değil midir?

Kuran’da (2-Bakara Suresi 45) sabırla, namazla Allah’tan yardım dilemek geçer. Peki ana dilinde namaz kılmayan kişi kendi özel derdiyle ilgili özel duygularını nasıl dile getirip de Allah’tan yardım dileyecektir. Ana dilde ibadete karşı çıkanlar, bu ayetin hükmünün yerine gelmesini engellemiş olmuyorlar mı? Kişiler sayılara, törenlere, açılara, teferruatlara boğulmuştur. Fakat Allah’ın en çok istediği unsur uygulanmamaktadır. Allah namazın gayesinin kendisinin hatırlanması olduğunu söyler. Mezheplerin anlattığı namaz şekliyle ayaktayken ellerin bilekten tutulması, rükuda sırtın açısı, secdede önce alnın, sonra burnun yere konuşu, oturuşta bir ayağın dik, diğerinin yatık oluşu gibi Kuran’da olmayan nice teferruatlar harŞyen yerine getirilir. Ama Allah’ın hatırlanması; bu Arapçaperestlik, ezbercilik, teferruatçılık yüzünden gölgelenir, engellenir. Eğer “Hayır böyle bir şey yok” diyorsanız, etrafta bahsettiğimiz şekilde namaz kılan birçok kişiyi sorgulayıp söylediklerimizin doğruluğunu tartın. Bu satırları yazanların bir çoğu da daha evvel mezheplerin anlattığı şekilde dini öğrenmeye başladıkları, o şekilde namaz kıldıkları için kılınan namazın nasıl olduğundan haberdardırlar. Düzgün kılınan namazla:

1-Allah hatırlanmakta, kişi ne söylediğinin farkında olmaktadır (20-Taha Suresi 14).

2-Namazda huşu olmaktadır. Huşu kelimesine kalpsel ürperti, derin saygı manaları verilmektedir (23-Müminun Suresi 2).

3-Namaz kişiyi çirkin davranışlardan ve Şillerden alıkoymaktadır (29-Ankebut Suresi 45).

Düzgün kılınmayan bir namaz birçok kişi tarafından iyi bir niyetle yapılmış olabilir. Fakat sonuç yine de papağanvari bir tekrarlama ve sarhoşvari bir şekilde ne söylediğini bilmeden bir namaz olmaktadır. Bu yüzden kişinin ana dilinde ne söylediğini bilerek ibadet etmesi, papağanlıktan ve sarhoşvarilikten kurtulup, Allah’ın muradını yerine getirmesi için çok önemlidir. Ana dilde ibadet kişinin söylediğinin farkında olması demektir. Bu ise gerçek manada hatırlamanın(zikir) oluşması için zaruridir. Ana dilde ibadet, bir ruhsat, bir kolaylık olarak görülmemelidir. Ana dilde ibadet, kişinin yaratıcısı ile gerekli olan bağı kurması için olmazsa olmaz şarttır. Siz kitlelerin hepsinin ana dili gibi Arapça öğrenemeyeceği veya İslam’ın Arap ırkının dini olmadığı kanaatindeyseniz, bu fikri kabullenmekte zorlanmayacaksınız demektir.

Ayrıca Cin Suresi 18. ayete göre namaz kılınan yerlerde Allah dışında kimseye yakarılmamalıdır. Peygamberlerden, evliyalardan, ölmüşlerden yardım istemek Müslümana yakışmaz. Müslüman bir tek Allah’a yalvarır, gücün bir tek Allah’ta olduğunu bilir.

NAMAZDA REKAT VE SAYISI VAR MI?

Kuran’ı okuduğumuz zaman Kuran’da rekat diye bir kavramın geçmediğini görürüz. Allah istese Kuran’da namazların rekat sayılarını belirtirdi. Namazda Allah’ın anılması, kıyam, rüku, secde gibi şartları gördük. Rekattan kastedilen kıyam, rüku ve secdeden oluşan düzenin kaçar defa tekrarlandığıdır. Günümüzdeki uygulamaya bakarsak sabah iki, öğlen dört, akşam üç şeklinde, namazlara ayrı rekatlar biçildiğini görürüz. Oysa rekatların bu şekilde ayrı sayılarda olması, “namaz kaç rekat istenirse o kadar kılınır, isteyen iki, isteyen sekiz, isteyen yirmi rekat kılar” şeklinde de anlaşılabilir (İsteyen istediği kadar rekat kılınca, yani istediği sayıda kıyam, rüku ve secde yapınca rekat sayısı önemsiz olmuş olur). Demek ki bu ayrı rekatların farzlaştırılma süreçleri de mezheplerin bir yorumu sonucudur. Sahabeler, hatta Peygamber namazlarda bir düzen olsun diye kıyam, rüku, secde şu kadar olsun şeklinde bir düzenle namaz kılmış olabilirler. Namazlarda Şafi ırılmamasını sağlayan, toplu ibadetlerde kolaylık getiren bu tip uygulamalar yapılmış olabilir. Nitekim namaza başlarken elleri kaldırıp namaza başladığını göstermek, namaz bitince sağa, sola selam vererek veya bazı mezheplerde elleri dizlere vurarak namazın bittiğini göstermek gibi uygulamalar da böyledir. Bu uygulamalar belli amaçlara yönelik yapılabilir. Kuran’da bu uygulamaları yasaklayıcı bir ifade yoktur. Fakat Kuran’da geçmeyen bu tür uygulamaları farzlaştırmak kabul edilemez. Kişi on rekatlı namazı üç dakikada kılabilir, fakat bir rekatlı bir namazda saatlerce kalıp Allah’ı daha çok anabilir. Yani namazda rekat sayısının önemli olması için bir sebep gözükmemektedir. Allah da insanları namazda bu şekilde bir sayıma mecbur etmemiştir. Abdestte su bulunmayınca ne yapılması gerektiğini açıklayan Allah, eğer namazda rekat sayısı şeklinde bir farz olsaydı, onu da açıklardı.

Bazıları Nisa Suresi 101,102,103. ayetlerdeki savaş zamanı kılınan namazda namaz kısaltılmasında bir günah olmaması ifadesinden, namazın iki rekat olduğunu çıkarmaktadır. “Eğer ki kısaltılmış namaz bir rekat kılınıyorsa, tam kılınması iki rekattır” demektedirler. Peygamber’in burada iki gruba namaz kıldırdığı için iki rekat olarak kıldırmasını da delil olarak göstermektedirler. Bizce namazı kısaltmaktan kasıt, rekat olarak kısaltmak değil, zaman olarak kısaltmaktır. Çünkü daha evvel dediğimiz gibi, bir rekatlık namaz saatlerce sürebilir. İki rekat namaz yarım dakikadan kısa bir sürede bitirilebilir. Savaşta düşmanın vereceği zarar kaç secde, kaç rüku yapıldığıyla değil, namazın vakit olarak ne kadar sürdüğüyle alakalıdır. Üstelik daha evvel değindiğimiz gibi Kuran’da rekat diye bir kavram yoktur. Birçok konuyu rekatlara endeksli düşünmemiz sanırız geleneksel alışkanlıklarımızdan kaynaklanmaktadır. 4-Nisa Suresi 103. ayetteki “Üzerinize bir günah yoktur” diye tercüme edilen “La cünahun” ifadesi; Kuran’da, kimi yerlerde Müslümanlar’ın endişelerini yok etmek için kullanılır. Örneğin 2-Bakara Suresi 198. ayette hac veya umreye gidenlerin Safa ve Merve’yi tavaf edebileceğinin belirtilmesi için “La cünahun” ifadesi kullanılır.

Eğer bu ayet olmasaydı da Müslümanlar’ın bu bölgeyi tavaf etmesine engel bulunmazdı. Fakat belli ki Müslümanlar’ın zihnindeki endişelerin yok edilmesi için “La cünahun” ifadesi kullanılmıştır. Aynı şekilde Müslümanlar’ın namazı kısa kılmasında bir sakınca olmadığı ifadesi namazın belli bir uzunlukta olmasından dolayı değildir. Uzunluğu belirten böyle bir ayet yoktur. Fakat tahminimiz savaştaki tehlike durumunda namazı çabucak kılan Müslümanların “Namazı baştan mı savdık?” gibi endişeye kapılmalarından dolayı, savaş halinde namazı kısa kılmalarında bir sakınca olmadığı söylenmiştir. Aynı şekilde Bakara Suresi 198. ayette de “La cünahun” ifadesi Hacda lütuf ve bereket aranmasında bir sakınca olmadığını belirterek bir endişeyi yok etmek için kullanılmıştır. Bu ifade olmasa yine de Hacda lütuf ve bereket aramak sakıncalı olmayacaktı.

Zaten mantıklı düşününce rekat sayısının namazın özüne ne kadar katkısı olabilir ki? Rekat sayısı kişinin Allah’ı daha fazla anmasını sağlayan bir unsur değildir ki! Kişi namazı daha uzun süre kılarak Allah’ı daha çok anabilir. Sürenin ise rekatla bir alakası yoktur. Üstelik rekat sayısıyla namazı kalıba sokanlar, aynı namazın birkaç defa kılınmasını sakıncalı görerek, kişilerin Allah’ı hatırlamalarını (zikretmelerini) kısıtlamışlardır. Namazda Allah’ın hatırlanması (zikredilmesi), kıyam, rüku ve secde edilmesi gerektiği anlaşılıyor da rekat adeti niye anlaşılmıyor? Çünkü Allah bunu kullarının insiyatiŞne bırakmıştır, bu konuda sınırlamalar yapmak istememiştir. İstese saydığımız tüm diğer detayları veren Allah, bir ayette hem rekat kavramını oluşturabilir, hem de rekatı sayılandırabilirdi. Nasıl ki Allah dua etmemiz için dakikalar, sayılar belirtmemişse; aynı şekilde namazı da adetlere, sayılara boğmamıştır. Geleneklerle gelen alışkanlıklar yüzünden hiçbir anlamı, değeri ve fonksiyonu olmayan rekatlara akıllar takılmaktadır. Zihnimizi bütün önyargı ve alışkanlıklarından arındırırsak ve Kuran’ı elimize alıp geleneklerden bağımsız bir şekilde dini anlamaya çalışırsak, sorunlar Allah’ın izniyle hallolacaktır.

NAMAZDA SES

Namazdaki ses konusunda düzenleme şu ayetle verilmektedir:

Namazında sesini yükseltme, kısma da, ikisi ortası bir yol tut.

17- İsra Suresi 110

Görüldüğü gibi namazı bağırarak kılmak olmaz. Ayrıca kelimeleri içinden geçirip hiç okumamak da olmaz.

Bu ayetin tekil şahısla Peygamberimiz’e hitap ettiği düşünülebilir. Peygamber’in diğer Müslümanlara namaz kıldırdığı diğer ayetlerden anlaşılmaktadır. O zaman özellikle topluluğa namaz kıldıranlar “Topluluğun hepsine duyuracağım” diye bağırmamalı, bağırtılı ses tonuyla namaz kıldırmamalıdırlar.

CUMA (TOPLANTI) NAMAZI

Kuran’da Cuma (toplantı) namazı, Cuma Suresi’ndeki şu ayetlerden anlaşılmaktadır:

9-Ey iman edenler! Cuma günü (toplantı günü) namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı hatırlamaya (zikretmeye) koşun. Alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

10-Namazı kılınca yeryüzüne dağılın. Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çokça hatırlayın, umulur ki kurtuluşa erişirsiniz.

11-Oysa onlar bir ticaret veya eğlence gördüklerinde ona yönelirler de seni ayakta bırakırlar. De ki; “Allah katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.

62- Cuma Suresi 9-11

Buna göre:

1. Cuma günü (Cuma hem günün özel ismidir, hem de toplantı anlamına gelir) çağrı yapılınca iş güç bırakılıp namaza gidilir.

2. Ayetten Cuma’nın çalışma vaktinde kılındığını anlıyoruz. Yani gündüz vakti, sabah ile akşam namazının ortasındaki vakitte Cuma namazı kılınmıştır.

3. Cuma suresinin 10. ayetinden namaz kılınca herkesin işine döndüğünü anlıyoruz. Buna göre Cuma’nın tatil günü olması şeklinde bir şeyin Kuran’da olmadığı anlaşılır. Ayrıca Cuma’nın farzı kılındıktan sonraki rekatların, duaların da Cuma namazının bir bölümü olmadığı görülür. Çünkü kişilerin namaz sonrası hemen işine döndüğü ayetten açıkça anlaşılır.

4. Kuran’dan diğer namazların da topluca kılınabileceğini görüyoruz. Fakat topluca kılınması mecbur tutulan tek namaz Cuma namazıdır.

5. Cuma namazını kılacaklar için kadın erkek ayrımı yoktur. Aslında hadislerde bile böyle bir ayrım yoktur. Birçok hadiste bile erkeklerle kadınların topluca Cuma namazı kıldığı söylenirken Emeviler’in keyfi uydurmalarıyla Cuma namazının sırf erkeklere farz olduğu uydurulmuştur.

9. ayetten de anlaşıldığı üzere namaza çağrı yapıldığında Allah’ın hatırlanması için toplanılır. Bu süre içinde Kuran’ın dininin gerektirdiği, Kuran’a uygun izahlar yapılmalıdır. Allah’ın hatırlanması dışındaki izahlardan, hurafelerden uzak durulmalıdır. Bir de Türkiye’mizle ilgili özel bir durumu yazmak istiyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hanefi İşleri Başkanlığı olmaktan, bu mezhebin güdümünden kurtulmalı ve Cuma hutbelerine bu mezhebin görüşlerini taşımaktan vazgeçmelidir. Müslümanlar Allah’ı hatırlamak için toplanırken, bu mezhebin uydurmalarıyla dolu hadis kitaplarının, ilmihallerin izahlarıyla karşılaşmamalıdırlar. Bu yüzden Cuma hutbelerinin, Kuran’ın Türkçe çevirisinin okunmasıyla geçmesinin en iyi ve en yararlı çözüm olacağı kanaatindeyiz.

SAVAŞTA NAMAZ

Nisa Suresi 101, 102, 103. ayetlerde savaştaki namazın açıklandığını görüyoruz. Namazın kapsadıkları başlığında buna değinmiştik. Bu ayetlere göre Kafirlerin Müslümanlara zarar verme tehlikesi varsa, namazın kısa bir şekilde kılınmasında bir sakınca olmadığını anlarız. Bu tarz bir tehlikede bir grup namazı kılar, diğeri bekler. Sonra diğer grup gelip namazı kılar ve bu sırada da ilk grup bekler. Namazı kılanlar silahlarını bırakmaz ve Kafirlere koz verilmez (yağmur, hastalık, yaralanma gibi durumlarda silah bırakılabilir). Namaz bitince Allah anılır. Normal zamanda bu tarz şeylere (nöbetleşe kılma, silahları bırakmama) gerek kalmadan namaz düzgün bir şekilde kılınmaya devam edilir.

KORKU NAMAZI

Eğer bir korku, endişe olursa ne yapılacağı Kuran’da şöyle geçer:

Eğer korkuyorsanız yaya olarak veya binek üzerinde kılın. Güvene kavuştuğunuzda Allah’ı bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi hatırlayın(zikredin).

2- Bakara Suresi 239

Korku durumunda bile kişinin ne yapacağı Kuran’da açıklanır. Bu kadar detayı veren Kuran’ın; ikindi ve yatsı gibi farzlar, rekat sayısı, son oturuş, ettehiyatu gibi dualar namazda olsaydı, bunları açıklamaması mümkün mü?

Görüldüğü gibi Kuran, her şartta namazın vaktinde kılınmasını ister. Su bulunamazsa yeryüzünün tamamını kaplayan toprakla, korkulacak bir durum varsa bir bineğin üzerinde veya yaya olarak kişi Allah’ı zikreder. Namazın hareketlerini tam yapamazsa da, bu hareketlere yaklaşık hareketlerle namazı kılar. Fakat namaz terk edilmez. Kuran, namazı asla terk edilmeyecek bir ibadet olarak sunar ve mazeret durumları için kolaylıklar sağlayarak, bu durumlarda bile namazın devamını, namazın aslı olan Allah’ın hatırlanmasının (zikrinin) devamını sağlar.

CENAZE NAMAZI

Kuran’da “Cenaze namazı kılın” şeklinde bir ifade yoktur. Demek ki cenaze namazı kılmak farz değildir. Fakat Tevbe Suresi 84. ayette Peygamber’e ihanet edenlerin ardından cenaze namazı kılınmaması, mezarlarının başında durulup onlara destek verilmemesi belirtilir. Demek ki Peygamber’e ihanet etmemiş Müslümanlar’ın cenaze namazlarının kılınabileceği, onların mezarlarına gidilip, destek verilebileceği anlaşılır.

NAMAZA ÇAĞRI (EZAN)

Kuran’da namaz için çağrı yapıldığını, Kafirlerin ise bu çağrıyı alaya aldıklarını görüyoruz. Kuran, namaz için belirli bir çağrıyı farzlaştırmamıştır. Amaç namaz için kişilerin toplanmasıdır ki bunun için gereğinde çağrı yapılır. Cuma namazı, toplu kılınması söylenen bir namaz olduğu için Cuma namazına çağrı yapılır (62-Cuma Suresi 9). Çağrının nasıl yapılacağı belirtilmediğine göre çağrının (ezanın) Türkçe mi, Arapça mı olacağı da tabi ki bizlerin insiyatiŞndedir. Asıl olan çağrının yapılmasıdır. Çağrı (ezan) en iyi nasıl gerçekleşip, kişiler nasıl bir araya getirilecekse, Türkçe veya Arapça, hoparlörlü veya hoparlörsüz, o şekilde yapılır.

Anlatılan hadislerde de ezanın vahiy sonucu, Peygamber’in emri ile oluştuğu anlatılmaz. Hadislere göre namaza erken gelenler işlerinden geri kaldıkları, geç gelenler ise namazı kaçırdıkları için yakınıyorlardı. Bunun üzerine namaza nasıl çağrı yapılabileceği için değişik görüşler ortaya atıldı. Sonunda görülen bir rüya üzerine bugünkü gibi insan sesinin kullanılması suretiyle ezanda karar kılındı (Bakınız Ebu Davud es Sünen 1/16). Hadislerde anlatılanlara göre Peygamber bu rüya için “İnşallah hak rüyadır” demiştir. Yine hadislere göre Bilal kendi insiyatiŞyle sabah namazında Es Salatu Hayrun Minen Nevm (Namaz Uykudan Hayırlıdır) ifadesini eklemiştir. Görüldüğü gibi hadisleri tarafsız bir şekilde okuyan bir kişi, Peygamber’in, kendi döneminin ihtiyaçlarına yönelik bir şekilde ezanın bu şeklini kabul ettiği sonucuna varır. Eğer ezanın emir olduğu hadisten çıksaydı, Peygamber “İnşallah hak rüyadır” demez “Bu böyledir, böyle ezan okuyun” diye emrederdi. Dini emir olan bir konuda ise Bilal’in ezana bir cümle eklemesi düşünülemezdi.

Gerçi biz Kuran’da açıklanmayan her şeyin kendi insiyatifimize bırakıldığını Kuran’a dayanarak söylüyoruz; fakat geleneksel İslamcılar’ın, ezanın Türkçe okunması karşısında dirençlerini, bunun dine aykırı olduğunu söylemeleri üzerine hadislerde ezanın nasıl oluştuğunun anlatımını aktardık. Yoksa bu anlatılanların güvenilir olduğunu iddia etmiyoruz. Kısacası gelenekçi, mezhepçi İslamcılar’ın bu konuda hadislerde bile bir dayanaklarının olmaması, aslında gerçek niyetlerinin, keyişerinin öngördüğü şekilde dini yapılandırmak olduğunu göstermektedir. Bilal’in ezana kendi keyfince cümle eklemesi, yani ezanı değiştirmesi mümkün oluyor da, Arapça bilmeyen bir milletin, ezanı her okunuşunda daha iyi anlamak uğruna tercüme edip okuması niye mümkün olmuyor? Ezanın Türkçe olmasının gerekip gerekmediği, hangisinin daha iyi olduğu tartışılabilir, ama buna karar vermenin bizim insiyatifimizde olduğu, her iki kararın da günah olmadığı tartışılmaz bir gerçektir.

NAMAZDAN SONRA ALLAH’I HATIRLAMAK

Namazı bitirdiğinizde Allah’ı ayaktayken, otururken veya yan yatarken hatırlayın(zikredin).

4- Nisa Suresi 103

Namazı bitirdiğimizde de Allah’ı hatırlamalıyız. Namazdaki oturuşlar namazın bir bölümü değildir. Tahminimiz bu ayete ve secdelerden sonra da Allah’ın hatırlanmasını söyleyen 50- Kaf Suresi 40. ayetindeki gibi ayetlere binaen namazın sonunda oturuşlar oluşmuştur. Bu oturuşlarda namazdan sonra Allah’ın hatırlanmasını söyleyen ayetlerin hükmünü yerine getirebiliriz. Fakat bu anmayı ayakta veya yan yatarak da yapabileceğimizi ve oturmanın namazın bir bölümü olmadığını bilelim.

SONUÇ OLARAK NAMAZ

Sonuç olarak Kuran’da namazın tüm detayları verilmiştir ve bu, Allah’ın farzlaştırdığı namazdır. Kuran mezheplerin ilavelerle anlattığı namazı anlatmaz. Zaten mezhepler hangi konuda dini düzgün bir şekilde anlamışlardır ki namaz konusunda anlasınlar? Allah’ın kitabını yetersiz gören zihniyet, Allah’ın belirtmediği sınırları farzlaştırmış ve namaza Kuran’da olmayan ilaveler yapmıştır. Kuran namaz adına tüm detayları verir. Namazın vakitleri, namaz için abdest alınması, kıyam, rüku, secde, namazın Allah’ın hatırlanması için kılınması, namazın gösteriş için kılınmaması gibi gerekli olan her şey açıklanmıştır. Açıklanmayan konular Allah’ın unuttuğu değil, Allah’ın farzlaştırmak istemediği konulardır. Allah namazı övmüştür. Şu anda camilerde kılınan namazlarda şeklen Kuran’daki tüm unsurlar yerine gelmektedir. Fakat mezhepçilerin farz veya sünnet olduğunu iddia ettikleri birçok husus Kuran’da geçmemektedir. Sonuçta namaz dört rekat kılınınca da, eller göbek hizasında bağlanınca da, namaz namazdır. Fakat illaki dört rekat namaz kılmak veya elleri böyle bağlamak farz veya sevap değildir.

Mezheplerde olan detayları Kuran’da bulamayanlar “Bak Kuran eksik, mezheplerin izahı olmazsa, biz nasıl namaz kılacağız?” demektedirler. Böylece mezheplerini Kuran’ın üstünde bir yere koyan bu kişiler, akılları sıra Kuran’ı mezheplerine denetlettirdiklerinin farkında değildirler. Oysa bu şahıslar mezheplerdeki namaz izahlarını Kuran’a denetlettirmeli, Kuran’da geçmeyen namaz ile ilgili izahların mezhep uydurması olduğunu bilmelidirler. Allah’ın baldırını açtıran, dünyayı balık ve öküz üzerine koyan, kadınları erkeklerin cerahatli vücutlarını yalasalar da haklarını ödeyemeyecek varlıklar olarak gören uydurma hadislere dayalı mezhepler hangi konularda isabetlidirler ki, namaz konusunda isabetli olmalarını bekleyelim? Harici, Mutezile, Şii kaynaklarının namaz vakitleri ve namazın kimi uygulamaları hakkındaki değişik görüşleri zaten namaz konusuna uydurmalar karıştığını, bu konunun baştan incelenmesi gerektiğini göstermektedir.

Bu yazımızda sadece Kuran’a dayalı namazın nasıl anlaşılabileceğini, namazın tüm detaylarının Kuran’da nasıl açıklandığını göstermeye çalıştık. Namaz halk arasında çok yaygın olarak uygulanan, çok önemli bir ibadettir. Birçok kişi namazı anne, baba veya çevresinden öğrenmiştir. Ülkemizin ve İslam aleminin yıllarca mezhepçi İslamcı görüşlerle yönetildiğini düşünürsek, şu anda birçok kişinin öğrendiği namazın, mezheplerin izahlarına göre şekillendiğini anlarız. Kitabımızda mezheplerle, mezheplerin dayandığı hadislerle ilgili açıklamalarımız, mezheplerin nasıl güvenilmez olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüzden dinin diğer unsurlarını, nasıl mezhepleri bir kenara bırakıp Kuran’dan anlamalıysak, aynı şey namaz için de geçerlidir. Peygamberimiz’in yakın arkadaşı Enes bin Malik, Emeviler döneminde yapılan tüm bozulmalarla beraber namazın da bozulduğunu görmüş ve “O mescitlerde kılınan namaz Peygamberimiz’in bize öğrettiği namaz değildir. Emeviler bir yığın uydurmayla namazı tanınmaz hale getirdiler.” demiştir (İbni Kayyum Zad’ül Mead 1/222). Bugünkü mezhepçi İslam, işte Emeviler’in döneminde oluşmaya başlamış bu yapının bugünlere gelmiş halidir. Teferruatlaştırma, zorlaştırma, uydurma, Araplaştırma hep bu Emevi, Abbasi ürünü mezheplerin işidir. Tüm bu bozulmalardan, uydurmalardan, eklemelerden, çıkarmalardan uzak, Allah’ın detaylı, her şeyi açıklayan kitabı Kuran ise elimizdedir. Eldeki Kuran tüm sorunları çözecektir. Uydurmalarını haklı çıkarmak için, Kuran’ı eksik ve yetersiz bir kitap olarak gösterenlerin izahları boşa çıkacaktır. Bu şahıslar Kuran’ın namazı açıklayamadığını iddia ederler. Öbür yandan kendilerinin veya meslektaşlarının yazdıkları “Namaz Hocası” kitaplarının namazı açıkladığını söylerler. Yani bunlara göre haşa Allah’ın beceremediğini, namaz hocalarının yazarları ve mezhep imamları becermiştir. Bu yazımızla mezhepçi kesimin diline en çok sakız olan, Kuran’ın namazı açıklamakta yetersiz olduğu izahının asılsızlığını gösterdik. Görüldüğü gibi Kuran, dini de, namazı da açıklamakta yeterlidir. Fakat geleneklerini ve saplantılarını haklı çıkarmak isteyenlerin zihinleri Kuran’ı anlamada yetersizdir.

KURAN’DAKİ ZEKAT

Kuran’da malların, maddi değerlerin Allah yolunda sarfedilmesi zekat, sadaka, infak gibi kelimelerle, kimi zaman da yoksulu yedirin gibi ifadelerle (örneğin 74-Müdessir Suresi 44) veya mallarla Allah yolunda mücadele etmek (örneğin 4-Nisa Suresi 95) tarzı ifadelerle anlatılır. Kuran’da birçok ayette anlatılan bu ibadet, dinimize göre en temel vazifelerimizden biridir.

Kuran’daki birçok ayette mallarımızdan sarfetmemiz anlatılmıştır. Fakat hiçbir ayette “Kuran’a göre zekatın miktarı 1/40’dır” diye bir ifade yer almaz. Kuran’da birçok ayette anlatılan bu konuda, eğer 1/40 şeklinde bir ölçü lazım olsaydı, hiç şüphesiz Allah bunu kitabında açıklar, bizi yalanlarla dolu başka kitaplara muhtaç etmezdi. 1/40 şeklinde ölçü getiren mezheplerin bu ölçüsü, halkın bir çoğu tarafından dinin ölçüsü sanılmaktadır. Oysa bu ölçü Kuran’da geçmediği gibi, mezheplerin tek ölçüsü de değildir. Mezhepler altın, gümüş para gibi değerlerin oranını 1Ğ40 olarak görmüşlerdir. Mezheplere göre devenin zekatının ölçüsü, koyunun zekatının ölçüsü gibi ölçülerin hepsi birbirinden farklıdır. Tarladaki ürünün zekatı 1/10’dur. Eğer suyu taşıyarak tarlanıza getiriyorsanız bu ölçü 1/20’ye düşer. Yani Kuran’da geçmeyen birçok ayrı ölçü zekatta geçerlidir. Üstelik bu ölçüler mantıksızdır. Niye çiftçilik yapan kişi ürününün 1/10’unu verecekken, altını, gümüşü olan biri 1/40’ı gibi bir rakamla çiftçilerin dörtte birini versin? Çiftçiler tüccarlardan daha mı zengindirler, yoksa çiftçilik tüccarlıktan çok daha avantajlı bir meslek midir? Devesi olanlarla, koyunu olanların verdiği zekatın oranları neye göre farklı? Kuran’da geçmeyen ölçüleri uyduranların, uydurduklarında bir akıl, bir basiret görülmüyor. Allah, Kuran’la yetinmemenin sonucunun bu konuda da felaket olduğunu
göstermektedir.

Kuran’da geçen “infak” kelimesinin Türkçe karşılığı “harcamak, sahip olunan mallardan vermek”tir. Kuran’da geçen bu kelime Türkçe’deki harcama kelimesi gibi hem Allah yolunda harcamayı, hem de bunun dışındaki harcamayı ifade edebilir. Genelde Allah yolunda harcamayı ifade etmek için kullanılmış olan bu kelime, Allah yolundan alıkoymak için yapılan harcamalar için de kullanılmıştır. (Bkz 8-Enfal Suresi 36) Oysa “sadaka” kelimesi hep “Allah yolunda harcamalar” manasında kullanılır. “Sadaka” kelimesi kökünde “doğrulama” manasına sahiptir. Allah yolunda yapılan harcamaların, Allah’ın hükümlerine inanmanın ve bu hükümleri doğrulamanın bir sonucu olması, “sadaka” kelimesinin bu kökten türemesine sebep olmuş olabilir. “Zekat” kelimesi ise “temizlenme” manası taşır. Kuran’da “zekat” kelimesi “sahip olunan değerlerden başkalarına vererek temizlenme” manasında kullanılır. Nitekim 9Tevbe Suresi 103. ayette “sadaka vermenin”, “temizlenme” yani “zekat” olduğunu anlayabiliriz. Sadakayı zekata eşitleyen bu anlayış kadar, zekatı daha geniş manalı olup, özellikle sadakayı kapsayan bir kavram olarak düşünen bir anlayış da geliştirebiliriz. Bu anlayışa göre zekat, sahip olunan tüm imkanlardan vererek temizlenmeyi gerektirir. Yani kişi mallardan vererek zekat vazifesini yerine getirebileceği gibi, sahip olduğu bilgisinden başkalarını faydalandırmakla da zekat vazifesini yerine getirmiş olur. Kuran sahip olduğumuz mallardan, maddi değerlerden kimlere vereceğimizi şu ayetleriyle açıklar:

...yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, özgürlüğe kavuşma gayretindekilere veren...

2- Bakara Suresi 177

Sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını) sorarlar. De ki: “Hayır olarak infak edeceğiniz (harcayacağınız) anne, baba, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlaradır. Hayır olarak yaptıklarınızı şüphesiz Allah bilmektedir.”

2- Bakara Suresi 215

Kendilerini Allah yoluna adayan yoksullar içindir ki yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. Onurlarından dolayı, bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayır olarak infaklarınızı(harcamalarınızı) şüphesiz Allah bilmektedir.

2- Bakara Suresi 273

Sadakalar; Allah’tan bir farz olarak yalnızca şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, özgürlüğünü kaybetmişler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah bilendir, hakimdir.

9- Tevbe Suresi 60

Görüldüğü gibi ayetlerden, Allah için yapacağımız harcamaların, sadakaların kimlere gideceğini anlıyoruz. Allah yolunda yapılacak harcamanın miktarına gelince, bu soru Kuran’da sorulmuş sonra da cevabı verilmiştir.

Ve sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını, vereceklerini) sorarlar. De ki: “Bağışladığınızı”. Böylece Allah size ayetlerini açıklar, umulur ki düşünürsünüz.

2- Bakara Suresi 219

Görüldüğü gibi Allah neyin harcanacağı sorusuna Kuran’da cevap vermiştir. Bu cevap ne 1/40’tır, ne de 1/10’dur, ne de başka rakamsal bir orandır. Birçok kişi eğer Kuran çevirilerini incelerse “bağışladığınızı” diye yaptığımız çevirinin “ihtiyaçtan artanı” diye çevrildiğine rastlayabilir. Tahminimiz bu, Kuran çevirilerinde birbirini taklit ederek yazmanın ve burada geçen kelimenin Kuran’ın diğer yerlerinde nasıl geçtiğini araştırmamanın neticesidir. Burada bizim “bağışladığınızı” diye çevirdiğimiz ve diğer bazı çevirilerde “ihtiyaçtan artanı” diye çevrilen kelime, “afv”dır. İsteyen aynı kelimenin geçtiği 2-Bakara Suresi 187, 3-Ali İmran Suresi 152, 3-Ali İmran Suresi 155, 5-Maide Suresi 95, 5-Maide Suresi 101, 9-Tevbe Suresi 43, 42-Şura Suresi 40, 64-Teğabun Suresi 14 ayetlerini inceleyebilir. Tercümelerde bu ayetlerdeki aynı kelimenin karşılığını “affetmek” ve “bağışlama” olarak bulacaksınız. Fakat “ihtiyaçtan artanı” şeklinde bir manaya rastlamayacaksınız. Aynı kelime Türkçe’mize de “affetmek” şeklinde girmiştir. Ayetten “gözden çıkardıklarımızı, isteyerek ayırdıklarımızı” vermemiz anlaşılmaktadır.

Bu ayet yapılan harcamaların gönül rızası ile gerçekleşen harcamalar olduğunu gösterir. Bu yüzden kişinin, ekonomik hayatında vermeye zorunlu tutulduğu vergi, KDV gibi harcamaları ile infağı (sadakayı) gerçekleştirdiğini düşünmek hata olur. Allah yolunda yapılan harcamalar gönül rızası sonucudur, ekonomik mecburiyetler, zorla alınmalar buna dahil edilemez. Kuran’ın mallarımızdan, Allah’ın rızık olarak verdiklerinden harcamamızı söyleyen birçok ayeti vardır. Kuran’da cimrilik kınanmış ve Allah’ın verdiklerinden yine Allah rızası için sarfetmemiz söylenmiştir. Kuran, özel mülkiyeti helal kılmış, fakat Allah’ın tüm nimetlerin sahibi olduğu bilinci ile kulların, Allah’ın verdiklerinden sarfederek sosyal adaleti sağlamalarını istemiştir. Kuran bize yoksulların malımızda hakkı olduğunu öğretmekte (70-Mearic Suresi 24,25) ve sadaka ile bizim yoksulların bu hakkını kendilerine teslim edip temizlendiğimizi (zekat verdiğimizi) anlatmaktadır.

Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Üstün kılınanlar rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini inkar mı ediyorlar?

16- Nahl Suresi 71

Ey iman edenler! Yahudi bilginlerinden ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları korkunç bir azapla müjdele.

9- Tevbe Suresi 34

Mallarını Allah yolunda harcayacak kişi, malların gerçek sahibinin Allah olduğunu unutmayacak, bu konudaki tüm Kuran ayetlerini göz önünde bulunduracak ve dinimizin çok önem verdiği bu ibadeti gerçekleştirecektir. Yukarıdaki ayetlerden anlayabileceğimiz gibi ideal olan herkes birbiriyle eşit seviyeye gelene kadar verme faaliyetinin devamıdır. Sosyal adalet dengesizliğini yaratan hırsla para yığma alışkanlığı, hiç hoş karşılanmamaktadır. Ayrıca 9-Tevbe Suresi 34. ayetindeki ifadeyi göz önünde bulundurarak zekatımızın, harcamalarımızın sahtekar din adamlarına gitmemesine, onların mal yığıcılığının aracı olmamasına da dikkat etmeliyiz. Bu ibadette herkes kendi bütçesine göre elinden geleni yapacaktır.

Geniş imkanı olan bu geniş imkanından harcasın. Rızkı kısıtlı tutulan da Allah’ın kendisine verdiği kadarıyla versin.

65- Talak Suresi 7

Allah bu harcamalarımızın gizli de, açık da olabileceğini söylemekte, fakat gizli şekilde vermeyi üstün tutmaktadır.

... Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak infak ederler(harcarlar)...

13- Ra’d Suresi 22

Sadakaları açıktan verirseniz ne iyi, fakat gizleyip fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

2- Bakara Suresi 271

Bu harcamaların yapılmasında Allah rızası dışında yollara sapılıp, gösteriş yapılmaması, verilenin başa kakılmaması da Kuran’da geçer.

262-Mallarını Allah yolunda harcayıp, sonra da harcamaların peşinden başa kakıp eziyet vermeyenlerin ödülleri Rableri katındadır. Onlara korku yoktur ve tasalanmayacaklardır onlar.

263-Güzel bir söz ve bağışlama peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah cömerttir, yumuşak davranandır.

264-Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını infak eden (harcayan) kişi gibi sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın.

2- Bakara Suresi 262,263,264

9- Tevbe Suresi 91 ve 92. ayetlerden harcayacak bir şey bulamayanların üzerinde herhangi bir sorumluluk olmadığı anlaşılmaktadır. 2- Bakara Suresi 267. ayette ise düzgün mallardan harcama yapmamız, tiksinilecek şeyleri infak etmememiz anlatılır. Kuran servet sahiplerine, mallarında fakirlerin hakkının olduğunun, malın gerçek sahibinin Allah olduğunun dersini verir.

Uydurma din üretenler, Kuran’da olmayan zekat ölçülerinin yanında, bir malın bir kişide en az bir sene kalması şartıyla zekat verilmesi gerektiği gibi hükümler de getirmişlerdir. Oysa günümüzde büyük holding sahiplerinin birçoğu bile parasını bir sene bir yerde bekletmemekte, sürekli işlerinde sermaye olarak döndürmektedirler. Borçlu zekat veremez, mal üretiminde kullanılan mallardan zekat verilmez gibi Kuran’da olmayan prensipler düşünülürse; krediyle iş yapan holdingciler, üretim aracı fabrika olan fabrikatörler hiç zekat vermeyecek, fakat çiftçi ürününü topladığında bunun 1/10’unu, ev hanımı kolundaki bileziğin 1Ğ40’ını her sene zekat olarak verecektir. Gelenekçilerin bir diğer izahına göre binek için zekat verilmez. Bu izaha göre milyarlık arabası olanlar zekat vermeyecek ama 10 kilo domates toplayan 1 kilosunu verecektir. Kuran’ın verdiği esnekliğin kaldırılması hoş görülemeyeceği gibi, Kuran’ın bir farzının uydurma izahlarla yok sayılması sonucunu doğuracak izahlar da hoş görülemez. Daha doğrusu Kuran dışı olanın, yani insansalın, Allah’tan olan ile karıştırılması asla hoş görülemez. Bu gayretin sonucunda ortaya çıkan rezalet tablosu ortadadır. Kuran diğer konularda olduğu gibi, mallarımızı nasıl harcayacağımızı ve kimlere yardımlar yapmamız gerektiğini de tam ve eksiksiz bir şekilde açıklamıştır.

Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne harcarsanız şüphesiz Allah onu bilir.

3- Ali İmran Suresi 92

KURAN’DAKİ ORUÇ

Kuran-ı Kerim’in Bakara Suresi’nin 183,184,185 ve 187 numaralı dört ayetinde oruçla ilgili tüm bilgiler verilir. Bu dört ayeti inceleyen kişi oruçla ilgili bilmesi gereken her noktayı öğrenir. Bu ayetler şöyledir:

183-Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, sizin de üzerinize yazıldı. Umulur ki sakınırsınız.

184-Sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta veya yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Zorlukla dayananlar, Şdye olarak bir yoksulu doyurmalıdır. Kim gönülden bir hayır yaparsa, bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

185-Ramazan ayı ki; insanları doğru yola ileten, apaçık ve ayırt edici olan Kuran onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya tanık olursa, onda oruç tutsun. Hasta ya da yolculukta olanlar tutamadığı gün sayısınca diğer günlerde. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bu, sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola ilettiğinden dolayı Allah’ı yüceltmeniz içindir. Umulur ki şükredersiniz.

187-Oruç gecesi kadınlara yaklaşmanız helal kılınmıştır. Onlar sizin giysiniz, siz de onların giysilerisiniz. Allah sizin benliklerinize yazık etmekte olduğunuzu bilmiş, tevbelerinizi kabul edip, sizi bağışlamıştır. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdığı şeyi arayın. Tan yerinde beyaz iplikle siyah iplik ayırt edilinceye kadar yiyin için, sonra da orucu geceye kadar tamamlayın...

2- Bakara Suresi 183, 184, 185, 187

Arka arkaya gelen bu dört ayetten orucu öğreniyoruz. Bu ayetleri incelersek oruç hakkındaki tüm bilgiyi öğrenmiş oluruz. Bu ayetlerin de ışığında orucu şöyle değerlendirebiliriz:

1- Oruç Kuran’ın emrettiği, üzerimize yazılmış bir farzdır.(2 Bakara Suresi 183)

2- Oruç Ramazan ayında tutulur.(2-Bakara Suresi 185) Ramazan Kuran’ın indirildiği aydır ve oruç bu ayın günlerinde tutulur.

Ramazan, Ay takviminin bir ayıdır. Ay’ın hareketlerine göre belirlenir. Ay’ın görünmesiyle başlayan bu ayın başlangıcını astrolojik hesaplarla aylar, hatta seneler önce bilebiliriz. Günümüzde bu ayın başlangıcını takvimlerle çok önceden ve çok rahat bir biçimde bildiğimiz için Ay’ı gözetlememize gerek kalmamıştır. Günümüzde Ay ve Güneş tutulması gibi çok daha kritik gök olayları bile senelerce önceden, hem de nereden en iyi gözlemlenebileceğiyle beraber bilinmektedir. Bazıları “Biz takvimlere itibar etmeyiz, Ay’ı gözetleriz, gök yüzünde Ay’ı gördüğümüz zaman, Ramazan ayı başlar” demişlerdir. Üstelik Ay’ı ilk görene ödüller de vaat edilince, ne hikmetse her sene takvimden bir gün önce Ay’ı gördüğünü iddia edenler çıkmış ve Müslümanlar’ın kimi Ramazan ayına bir gün önceden başlamışlardır. Son zamanlarda bu hatanın düzeltildiğini ve astronomiye dayalı hesabın geç de olsa bazılarınca da kabullenildiğini görüp seviniyoruz. Yoksa her sene Ay’ın görülmesinin mümkün olmadığı bir gecede Ay’ı, ödül için bir gün önceden gördüğünü iddia eden birinin çıkması yine devam edecekti. İnşallah artık bu komediye son verilir ve bilimden yararlanmanın Allah’ın bir rahmeti olduğu anlaşılır.

3-Hastalık, ya da yolculuk sebebiyle oruç tutamayanlar tutamadıkları günlerin sayısı kadar başka günlerde oruç tutarlar.(2-Bakara Suresi 184) Buna karşılık orucunu kasten bozanın arka arkaya 61 gün oruç tutması gerektiği uydurma hadis ve mezheplerin bir izahıdır, Kuran’da böyle bir izah geçmez. Kuran’da, hacla ilgili bazı eksikliklerde orucun Şdye olarak tutulması (2-Bakara Suresi 196), yanlışlıkla ölüme sebebiyet verip, köle affetme cezasını yerine getiremeyenlerin iki ay kesintisiz oruç tutması (4-Nisa Suresi 92), yemin bozanların kefaret olarak oruç tutması (5-Maide Suresi 89), hacda avlanma yasağını çiğneyenin kefaret olarak oruç tutması (5Maide Suresi 95), hanımlarını cahiliye adetlerinde olduğu gibi anası, kız kardeşi gibi yakın akrabası ilan edip, boşanmaya kalkmanın cezası olan köle azadını yerine getiremeyenlerin, kesintisiz iki ay oruç tutması geçer (58-Mücadele Suresi 4). Görüldüğü gibi Kuran, bazı suçların cezasında orucun, suçun dünyevi bir karşılığı olarak tutulmasını söyler. Tüm bu detayları veren Allah, orucun kasten bozulmasının iki ay kesintisiz oruç tutma gibi bir cezası olsaydı, bunu da açıklardı. Madem ki açıklamamıştır; böyle bir ceza yoktur. Yukarıdaki suçları incelersek, bu suçlardan kiminin oluşma ihtimali binde birden bile az bir ihtimaldir. İnsan hayatında olma ihtimali bu kadar az olan şeyleri açıklayan Allah’ın, kişilerin kasten oruç bozması gibi olma ihtimali çok daha yüksek olan bir olayın özel bir cezası olması gerekseydi, bunu açıklamamış olması hiç mümkün müdür?

4-Oruca zorlukla dayananlar bir yoksulu doyuracak kadar fidye verirler.(2-Bakara Suresi 184) Bazı mezhepçiler “zorlukla dayanma” ifadesini yaşlılık, iyileşmeyen hastalık gibi ifadelerle sınırlamaya çalışmışlardır. Bu şekildeki yorumlar, Allah’ın ifadesini şahsi görüşle sınırlamaya çalışmanın bir ürünüdür. Eğer gerekseydi Allah kendisi bu sınırlamayı yapardı. Allah oruca zorlukla dayananların, bir yoksulu doyuracak şekilde fidye vermelerini öngörmüş ve zorlukla dayanmaya bir kayıt getirmemiştir. Herkes 2-Bakara Suresi 186. ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın bize yakın olduğunu unutmadan değerlendirmesini yapacaktır. 2-Bakara Suresi 185. ayetin sonundaki oruç tutmanın bizim için daha hayırlı olduğu göz önünde bulundurularak “zorlukla dayanma” ifadesi değerlendirilir. Yoksulu doyurmak isteyenlerin, yoksulu neyle, ne kadar, kaç öğün doyuracakları hususlarını belirlerken aynı ayetteki “Gönülden hayır yapanın kendisi için hayırlı olacağı” ifadesini göz önünde bulundurulmasında fayda vardır.

5-Orucun vakti tan yerinin ağarmasıyla başlar. Bu vakitte (tan yerinde) siyah ipliğin beyaz iplikten ayrılması ifadesi açıklanırken; tan yerinde beyazlığın, ufukta yatay uzanan bir ip gibi görülmesinden dolayı, tan yeri ağarmasına ip dendiği söylenir. Ayrıca kimileri Arapça’daki “hayt(ip)” kelimesinin mecazen renk anlamında kullanıldığını söylerler. Bu açıklamalarla ve “sizce” ifadesiyle, orucun başlangıç vaktinin tan yerinin hemen başı değil, aydınlık ve karanlığın birbirinden seçilebildiği zaman olduğu söylenmiştir. Şimdiki takvimlerde orucun başlangıcı tedbiren tan yerinin hemen başı olan ilk ışık belirtileriyle başlamaktadır. Yani bu izahlara göre orucun başlangıcında bir miktar daha esneklik olduğu düşünülebilir. Orucun süresi geceye dek devam eder. Kuran’da günün gece ve gündüz diye iki kısım olduğunu görüyoruz. Orucun bitiş zamanı gecenin başı yani gündüzün sonudur.(2-Bakara Suresi 187)

6-Oruç gecesi kadınlara yaklaşabileceğimiz söylenir.(2-Bakara Suresi 187) Yaklaşma kelimesi mecazi anlatımlı bir kelimedir. Kadın erkek cinselliği için aynı şekilde Türkçe’de de “beraber olma” gibi deyimler kullanılmakta, bu deyimle cinsel ilişki kastedilmektedir. Yine 2-Bakara Suresi 187. ayette orucun başlangıç vaktine kadar yiyebileceğimiz ve içebileceğimiz söylenir. Böylece orucu oluşturan üç unsur olan: 1- Yememe 2- İçmeme 3- Cinsel ilişkiye girmemenin, oruç vaktinde yerine getirilmesi anlaşılır. Belirtilen zaman dilimi içinde bu üçünün yapılmamasıyla oruç gerçekleşir. Orucun bitiş vakti olan gecenin başlangıcından sonra bunlar serbesttir. Kan vermenin, kusmanın, küfretmenin, kavga etmenin orucu bozduğu şeklindeki izahlar uydurmadır. Orucu oluşturan unsurlar bellidir. Yeme, içme ve cinsel ilişki dışında hiçbir şey orucu bozmaz.

Görüldüğü gibi Kuran’ın anlattığı oruç, Kuran’ın bu dört ayetinde açıklanmıştır. Bu ayetler dışında oruçla ilgili izahlar gereksizdir. Oruç adına ne anlaşılacaksa bu dört ayetten anlaşılmalıdır.

KURAN’DAKİ HAC

Kuran’daki Hac, 2-Bakara Suresi 158, 189, 196, 198,199, 200, 203; 3-Ali İmran Suresi 97; 5-Maide Suresi 1,2, 95, 96, 97; 9-Tevbe Suresi 3; 22-Hac Suresi 25, 26, 27, 28, 29. ayetlerinden anlaşılır. Bu ayetler bize Hac hakkında gerekli bilgiyi verecektir. Kuran’ın bu ayetlerinin ışığında Haccı şöyle özetleyebiliriz:

1-Hac kelimesine sözlüklerde “kastedilmek” anlamı verilir. Kuransal bir terim olarak Hac, belli bir zaman diliminde belli ibadetleri de içeren Kabe’ye yapılan bir ziyarettir. 3-Ali İmran Suresi 97. ayetten Haccın yapılmasının gücü yeten kullar üzerinde Allah’ın bir hakkı olduğunu öğreniyoruz. Ayetten Haccı, gücü yetenlerin yapacağı anlaşılır. Allah “gücü yetmek” deyimini açıklamamış, bu deyimin anlaşılmasını bize bırakmıştır. Mezhepler, “gücü yetmek” deyiminin anlamını kısıtlamaya çalışmışlardır. Allah’ın yapmadığı bir sınırlama kabul edilemez, gerekseydi Allah bunu yapardı. Bu deyimden esir olmamak da, maddi güç yeterliliği de, sağlıksal şartlar da anlaşılabilir. Fakat her şartta, sağlığın da, maddi gücün de hangi ölçüde “güç yetirme” kavramına dahil olup olmadığı izafi bir kavramdır. Kişiler, Allah’a kaşı sorumluluklarını, Allah’ın tüm şartları ve düşünceleri bildiğini, vicdani kanaatlerden de mesul olduklarını göz önünde bulundurup, “güç yetirme” kavramını en iyi şekilde değerlendirecek ve kendilerinin Hacca gitmeye güçlerinin yetip yetmediğine karar vereceklerdir.

2- Hac, İbrahim Peygamber döneminden beri yapılan bir ibadettir.(22-Hac Suresi 26,27) Kabe’de Hz. İbrahim’in makamı ve apaçık deliller vardır. (3-Ali İmran Suresi 97)

3- 2-Bakara Suresi 197. ayette Haccın bilinen aylarda olduğu söylenir. Üstelik “aylar” şeklinde çoğul bir ifade kullanılır. Oysa günümüzde hacılar, Haccın kısa bir süreye sıkıştırılması yüzünden kalabalıktan birbirlerini ezmekte, birçok ölüm vakası meydana gelmekte ve hacılar perişan olmaktadırlar. Hz. İbrahim döneminden beri uygulanan Haccın bilinen aylarda olduğu söylenir. Aynı ilkbahar denilince Mart, Nisan, Mayıs aylarının anlaşıldığı gibi, Hac aylarının da başta bu şekilde anlaşıldığını görüyoruz.

Hac aylarının bilinen aylarda olmasından kasıt, aynı zamanda bu ayların haram aylar olmasındandır. Haram aylarda savaşmak yasaktır. Bu yasak Hac görevinin yerine getirilmesine olanak sağlamaktadır. Kabe’nin etrafındaki kavimler haram aylara riayet ederek, Hac ibadetinin durmamasını, kendi çekişmelerinin kişileri Hacdan alıkoymamasını sağlamaktadırlar. Hz. İbrahim’den sonraki nesillerdeki putperestler de Kabe’nin koruyucusu olarak kendilerini görmüşler, haram ayları bozarak da olsa kısmen uymuşlardır, Haccı bir ticaret kaynağı olarak değerlendirmişler ve haram aylara da ticaretlerini kurtaran bir unsur olarak riayet etmişlerdir. (8-Enfal Suresi 34, 35’ten ortak koşanların kendilerini Kabe’nin varisi olarak görmelerini anlayabiliriz.) Haram aylardan bahseden 2-Bakara Suresi 194. ayetten iki ayet sonra Hacdan bahsedilmesinden, 2-Bakara Suresi 217’de haram aylarda savaşmanın büyük suç olduğunun vurgulanmasından, Haccın yapıldığı bölgedeki Mescid-i Haram’a ulaşılmasının engellenmesinden bahsedilmesinden, 5Maide Suresi 2’de haram ayın ve Hac ibadetindeki ihramın beraber anılmasından, yine aynı sure 97. ayette haram ayların ve Hacda ziyaret edilen Kabe’nin beraber anılmasından bilinen Hac aylarının haram aylar olduğu anlaşılır. Zaten bu ayların haramlığı da Hacla ilintilidir.

Tevbe Suresi’nin 2. ve 36. ayetlerinden ise bu ayların arka arkaya gelen dört ay olduğunu anlıyoruz. 2-Bakara Suresi 189. ayetten bu dört ayın Ay (kameri) takvimindeki “aylar” olduğunu anlarız. Yani Hac art arda gelen dört ayda yapılan bir ibadettir. Bu dört ay aynı zamanda içinde savaşılmasının haram olduğu aylardır. Bu ayların ilki “Hac Ay’ı” anlamına gelen “Zilhicce”dir. (Hac bu ayla başladığı için Haccın ilk ayının ismi Arapça’da Hac Ay’ı manasına gelen Zilhicce’dir.) 9-Tevbe Suresi 3. ayette haram ayların ilk günü olan, Hacc’ın da ilk gününe “Hac günü” isminin verilmesi bunu teyit etmektedir. Zilhicce ilk ay olunca Zilhicce’yi takip eden Muharrem, Safer ve Rabiul Evvel diğer hac ayları olmaktadır. Burada enteresan ek bir delile de değinmek istiyoruz. Rabiul-Evvel Ay’ı iki kelimeden oluşan birleşik bir kelimedir. Rabiul kelimesi dört, Evvel kelimesi ise ilk demektir. Bu aydan sonra Rabiul-Ahir Ay’ı gelmektedir ki bu ayın ismi Sonraki Dördüncü demektir. Rabiul-Evvel Ay’ı haram ayların dördüncü ve sonuncu ayı olduğu için bu ismi almıştır. Ay takviminin ilk Ay’ı Muharrem olduğu için, Rebiul-Ahir Ay’ı takvim sırasındaki dördüncü aydır. Bu da bu ayın isminin neden sonraki (Ahir) Dördüncü (Rabiul) olduğunu açıklar. Eğer ki Rabiül-Evvel’in haram ayların dördüncü ayı olduğu anlaşılmazsa, Rabiul-Ahir’in neden “sonraki” dördüncü anlamına geldiği açıklanamaz. Bu da haram ayların Zilhicce (Hac Ay’ı) ile başlayıp, dördüncü ay olan Rabiul-Evvel ile bittiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Hac bu dört ayda yapılabilen bir ibadettir. İnsanların birbirlerini ezip öldürmelerine yol açan mezheplerin insanların ölümüne yol açan Haccı tek aya sıkıştırma uygulaması bırakılıp, Kuran’ın izahlarına dönülmelidir. Kuran 9-Tevbe Suresi 37. ayette haram aylarla oynanmasını kötü bir fiil olarak takdim etmektedir. Ama öğüt alan nerede!

4- Hacda kavga, kötülüğe sapma, eşler arasında cinsel ilişki yoktur. (2-Bakara Suresi 197) Hac kişinin davranışlarına dikkat ettiği, insanlarla bir araya geldiği bir ibadettir.

5- Hac ibadeti sırasında kişi kendisine helal olan bazı şeyleri de haram eder.(Eşlerin cinsel ilişkiye girmemesi gibi) Buna ihram denir. Hacının ihramda olması budur. İhramın sözlük manasından anlaşılan da budur. Fakat günümüzde belli bir elbiseye de ihram adı verilerek bu elbisenin giyilmesi farzlaştırılmıştır. Kuran’da sözlük anlamı dışında başka bir ihram anlaşılmamaktadır. Eğer Allah, Hacda böyle bir elbisenin giyilmesini isteseydi, onun giyilmesi gereken bir elbise olduğunu söyleyerek, şüpheye meydan vermeden bunu açıklardı. Böyle bir izahın olmaması ve bu kelimenin sözlük manasının, Kuran’daki anlatımla tam örtüşmesi yüzünden ihramın; belli bir süre içinde, belli şeylerin yasaklanması dışında bir manası olmadığını anlarız. İhram sırasında yasak olan şeylerin biri de avdır (5-Maide Suresi 95). Bu av bir tek kara avını kapsar, hacılar deniz avını yiyebilirler ve yapabilirler.

6- Kim ihram sırasında kara avı yasağını bilerek çiğnerse, cezası öldürdüğü hayvanın bir benzerini Kabe’ye varacak bir kurbanlık yapmasıdır. Bu benzer kurbanı adaletli iki kişi belirler. Av yasağını çiğneyen kişi bunun yerine yoksulları doyurarak veya onun dengi oruç tutarak bu yasağı çiğnemesinin kefaretini yerine getirebilir.
(5- Maide Suresi 95)

7- Umre, ziyaret etmek demektir. Haccın belli dönemde yapılmasına karşılık, umre her zaman yapılabilen bir ziyarettir. Hac da, umre de Allah için tamamlanmalıdır.(2-Bakara Suresi 196) Yani siyasi propagandalar, menfaatler, köşe dönmeler, halkı kandırmalar değil, Allah’ın rızası Haccın da, umrenin de şartı olmalıdır. Bu ibadetleri yapmaları engellenenler kurban keser veya kestirirler. Kurban yerine varıncaya kadar başlar traş edilmez. Hasta ya da başından rahatsız olan oruç tutarak, sadaka vererek ya da kurban keserek fidye yoluna gider. Güvene kavuştuğunda Hacca kadar umre yapmak isteyen kolayına gelen bir kurbanı keser veya kestirir. Bunu bulamayan ise üçü Hacda, yedisi döndüğünde olmak üzere on gün oruç tutar.(Bu ailesi Mescid-i Haram’da olmayanlar içindir.) Tüm bunlar 2-Bakara Suresi 196. ayette geçer.

8- Kurbanların üzerine Allah’ın adı anılır ve bunlardan yoksullara verilir ve yenir. (22-Hac Suresi 28) Hac ibadeti yapılırken kirlerden arınılmalı, adaklar yerine getirilmelidir. (22-Hac Suresi 29) Kirleri arındırmak genel bir ifade olduğundan birçok insanın buluşma yeri olan Hacda, her türlü hijyen kuralına dikkat etmek iyi olur. Mescid-i Haram’a saçların kısaltılmış, ya da traş edilmiş olarak girilmesinden bahseden 48-Fetih Suresi 27. ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir. Kabe’nin tavafı (çevresinde yürünmesi) böylece temiz bir şekilde yerine getirilecektir. (22- Hac Suresi 29) Kabe’nin temiz tutulması, böylece Hac ibadetinin yapıldığı yerin de temiz olması iyi olur. (22-Hac Suresi 26)

9- Arafat’tan ayrılıp topluca inilince Meşari Haram’da Allah’ı hatırlamak (zikir) lazımdır. Bu hatırlama Allah’ın bize öğrettiği şekilde olmalıdır. (2-Bakara Suresi 198) Allah’ı nasıl hatırlayacağımızı (zikredeceğimizi), Allah bize Kuran’da öğrettiğine göre, bu hatırlama faaliyeti de Kuran’a uygun olacaktır.

10- Sonra insanların topluca akın ettiği yerden akın edilip Allah’tan bağışlanma dilenmelidir.(2-Bakara Suresi 199)

11- Gerekli ibadetler bitince Allah’ı kuvvetli bir biçimde hatırlamak (zikretmek) gerekir.(2-Bakara Suresi 200)

12- Sayılı günlerde Allah hatırlanır. İsteyen iki gün içinde işini bitirir, isteyen daha geniş bir zamana işini yayar. (2-Bakara Suresi 203)

13- Bakara Suresi 158. ayette Safa ile Merve’yi ziyaret etmenin bir sakıncası olmadığı söylenir. Oysa Kuran’ın bu beyanına karşın bu iki tepenin arasında koşmanın farz olduğu mezhepçi uydurmacılar tarafından uydurulmuştur. Yaşlı, sağlıksız birçok kişi farz olmayan bu zorlukla karşı karşıya getirilmiş, daha sonra bunların para karşılığı arabalar ve sedyelerle taşınması şeklinde yeni bir para kapısıyla birilerinin cebi doldurulmuştur. Bu uydurmanın cep doldurma hedefi için yapıldığı kanaatindeyiz. Bu ziyaret mecburi olmayan bir ziyarettir. Fakat ayetin ifadesiyle bir sakıncası da yoktur.

14- Şeytan taşlama diye bir faaliyetin Hacla hiç bir ilgisi yoktur. Kişilerin birbirini en çok ezdiği ve ölümlerin en çok olduğu yer, Hac ibadetine sokuşturulan bu uydurmanın yapılmaya çalışıldığı yerdir. Bu saçma uydurmanın atılması, Haccın dört aya yayılması ve Safa ile Merve arasında koşturmanın farz olmadığının gösterilmesiyle, yani Hac ibadetinin de Kuran’daki aslına döndürülmesiyle, Hac insanları öldüren, perişan eden bir ibadet olmaktan çıkacaktır. Hacerül Esved denilen taşın etrafında yapılan gariplikler ve bir taşı selamlamak için insanların birbirlerini ezmesi de Kuran’da yoktur. Kadının tek başına Hacca gidemeyeceği de, kadının her türlü seyahat haklarını kısıtlayan, dine fatura edilmeye çalışılan, ama dinde yeri olmayan bir yalandır. Hacda güzel koku sürülemeyeceği, dikişli elbise giyilmeyeceği de Kuran’da yer almayan ifadelerdir. Hacdan gelen veya başka bir yerden gelen zemzem suyu, koku, takke, seccadenin özel sevaplar getireceği, kutsallığı şeklindeki izahlar da hep uydurmadır. Temel prensibimiz olan Kuran’ın izahlarını baş üstüne koymak, geri kalan izahları çöpe atmak, Kuran’a göre, yani dine göre Haccın anlaşılmasını sağlayacaktır.

 
Bugün 12704 ziyaretçikişi burdaydı!